17 Haziran 2009 Çarşamba

Vuvuzela'ları Yasaklayın!


Çoğu kişi bu başlıktan hiç birşey anlamayacaktır. "Ne ulan bu lanet alet" diye google da aramaya girişmesem, benimde haberim yoktu. Futbolla az çok ilgisi olan herkes 2010 yılında Güney Afrika'nın dünya kupasına ev sahipliği yapacağından haberdardır. Diğer tarafta benim gibi futbola az çok değilde pek çok ilgisi olanlar, bu turnuvayı zaten iple çekiyorlardır.

14 haziran'da başlayan deneme dünya kupası olan, "Konfederasyon Kupası" maçlarını izlerken maçı izlemektense kafamı duvara mı vursam diye düşündüren bir ses, her maçta karşıma çıktı. Biraz araştırdım, ve gördüm ki, bu alet vuvuzela denen bir tür düdükmüş, nitekim tam bir düdükmüş. Güney Afrika'da 5 kişiden 1'i elinde bu lanet şeyle maçlara gelmekte ve kendini eğlendirip, yerli yersiz birbirinden alakasız bir şekilde aleti üfülderken, evinde maçı izleyen milyonlarca insanın ve sahada maç oynayan oyuncuların hayatını zindan ettikleri pek umurlarında değil veya farkında değiller. Ancak ne olursa olsun futbolun en önemli olayını bu şekilde bize izletmeye kimsenin hakkı yok.

2010 Dünya Kupası öncesinde FIFA, kesinikle bu aletleri yasaklamalı, sahaya kesinlikle sokmamalılıdır. Futbolun marka değeri düşer vs. hikayesinde değilim, 4 yıldır heyecanla beklediğim turnuvayı ağız tadıyla izleyebilmek tek arzum.

Kaiser Chiefs - Machester United maçının vidyosunu buldum youtube'dan konfederasyon maçlarını izlemeyenler için bir örnek olabilir.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Üniversite Üzerine...

Çok farklıydık birbirimizden...

Farklı kültürlerde büyümüş, farlı okullara gitmiş, farklı hayatlar yaşamış, farklı düşünen, farklı hareket eden, farklı seven vs vs insanlardık... Belki de normal şartlarda çok zordu anlaşılması, + yükler ve - yükler birbirini iter miydi yoksa çeker miydi? kim, kime göre - ydi, kime göre + ydı?

Gerçek çok farklıydı... Bir anda kurulan kalabalık bir ekip, eğlence dolu (ve çoğumuzun okulunun uzamasına neden olan sebep de bu zaten) güzel üniversite hayatı... Herşeyin paylaşıldığı (notlar bile buna dahil), beraber geçilen derslerdeki mutluluk, kalınan derslerdeki umursamazlık, sürekli gülünecek birşeylerin bulunması...

Sabah 8 akşam 8 oynanan King, iptal olan dersler sırasında kahvaltılar (ki bazen iptal olmasına dahi gerek yoktu), ders sırasında aslında hiçbir özelliği olmayan kantinde saatlerce oturabilme yetisi, ders sırasında oynanan XOX ler, bitmek bilmeyen futbol sohbetleri, günün talihlisi üzerine yapılan şakalar...( sonra ben niye mezun olamıyorum? olamazsın tabi tembel hayvan! )

Nasıl geçtiğini bile anlamadığım 5 yıllık bölüm sürecim budur işte... Yarın üniversite hayatımın (inşallah ve umuyorum ki) son sınavına giriyorum. Mezun olmama dahi gerek olmadan şunu söyleyebilirim ki; benim takıldığım ve tek başıma aslında geçmemin mümkün olmadığı derslerde yardım eden, keyifli bir üniversite hayatı yaşatan, benimle dönemsel üzüntülerimi ve sevinçlerimi paylaşan, her birinden farklı bir bakış açısı, farklı birşey öğrendiğim, birkaçıyla ciddi dostluklar kurduğum tüm arkadaşlarıma şimdiden teşekkürler...

Ve... Onların buraya getirilmesinde en önemli katkıya sahip ÖSYM'ye teşekkür ediyorum...

Ertan

9 Haziran 2009 Salı

Örnek Alınası Yazar: "Kanat Atkaya"

Güzel yurdumun pek çok sevmediğim taraflarından biri de gazetelerimizin spor sayfalarıdır. Malesef gazetelerin en çok okunan sayfaları olmalarına rağmen genellikle içleri ne boş sayfalarda buralardadır. Bunun bence en temel sebebi de işleri yazı yazmak olmayan bir çok kişi tarafından istila edilmiş olmalarıdır.

İşleri "yazı yazmak olmayan" ne anlama geliyor peki? Yazı yazmak, özellikle de ulusal çapta bir gazetede yazı yazmak, bence her insanın nail olmaması gereken bir durum. Pek çok işin belli tanımları ve gerektirdiği bazı eğitimleri olduğu gibi, yazı yazmanında öyle her önüne gelenin yapmaması gereken bir iş olduğu kanaatindeyim. Tabi ki yazmakta bir zevk ve insanların sizin yazdıklarınızı okuması, bunları dğeerlendirmesi ve yorum yapması gerçekten çok hoş bir duygu, ancak bu nevi şeyleri gerçekleştirmek günümüz teknolojisinde çok kolay. Örneğin şu anda yazısını okuduğunuz kardeşiniz de yazmaktan ve takip edilmekten gayet hoşlanıyor ancak bunun için bir tanıdığını araya sokarak bir gazete köşesi kapma çabasınde değil. Bunun yerine kendine bir kaç blog sayfası açıyor ya da bazı arkadaşlarının açtığı bloglara katkıda bulunuyor. Sizlere de tavsiye ederim çok hoş bir şey.

Konumuza gelince, öncelikle belirtmek isterim ki gazeteyi elime aldığımda öncelikle spor sayfalarına bakan vasatın biraz üzeri bir Türk vatandaşıyım. Annesinin mevlütüne dua okumaya gelen imamla da futbol muhabbeti yapabilecek kadar da futbol fanatiği bir Galatasaraylıyım. Ancak en sık baktığım sayfalarda farkettim ki köşe yazılarını hiç okumuyorum. Hatta sporla ilgili okuduğum köşe yazıları Hıncal Uluç gibi ya da başlıkta adı geçen Kanat kardeşinizinkiler gibi gazetelerin diğer bölümlerinde oluyor. Bunun nedenini biraz araştırdığımda klasik bir sendrom olan "ben her şeyi bilirim" hastalığının biraz önplana çıktığını farkettim. Bence yazı yazmak öncelikle bir "iş"tir. Röportaj yapan kişiler, eski futbolcular ya da futboldan biraz anlayan "ünlü" kişilerin işleri yazı yazmak değildir. Bu arkadaşların televizyona çıkıp yorum yapmalarına lafım yok. Hatta bazıları işlerini bu açıdan çok daha iyi yapıyorlar ve insanları bilgilendiriyorlar (mesela Rıdvan Dilmen). Ayrıca işlerinin yazı yazmak olmadığını söylediğim bu insanlarıda hor görmüyorum. Bir takımın muhabiri olmak hiçte azımsanacak bir iş değil. Takımla çok yakın olmak, bilgiye diğer insanlardan çok daha hızlı ve çok daha güvenilir ulaşmak gibi politik taraflarıda ağır basan bir çok yük altına giriyorlar. Ancak bu demek değildir ki maç analizleri yapmak, takımın gidişatını yazmak gibi çok önemli konularda yazı yazmak zorundadırlar. İsim vererek gitmek gerekirse, (allah aşkına biri bana söylesin) Oğuz Tongsir denen adam ne ara "usta gazeteci" oldu? LigTv'de Galatasaray muhabiriyken, hatta karlı maçlarda tribüne çağırılıp kendisine kar topu fırlattığımız bu adam nasıl olduda birden usta gazeteci oldu ve kendine ait bir köşesi olabildi? Aynı şekilde Bahri Havadır kardeşimizde işini çok iyi yapan bir muhabirken neden birden bir gazetede yazar olabildi? Gerçekten maçlardan önce ya da önemli olaylarda bağlanılan ve kimsenin bilmediği ya da merak ettiği olaylarla ilgili çok yerinde ve hızlı tespitler yapan, bilgilere inanılmaz güvenilir bir şekilde ulaşabilerek izliyicileri meraktan kurtaran bu önemli adam, nasıl oldu da gazete köşesinde yazmasına imkan verilebildi?

Köşe yazısından bir insanın beklentileri ne olabilir?

Spor sayfalarını takip eden bir insan olarak ve belli bir seviyede yazar takip eden bir insan olarak kendi kritlerimi burada paylaşmak isterim. Öncelikle bir köşe yazısı okuyorsam bu yazıdan öncelikle bana bir şeyler katmasını beklerim. Tabi bu yazdığım kriter spor yazarlarının %90'ına yakınını elememize sebep oldu sanırım. Zira bütün gece maç seyredip daha sonra binlerce futbol programını takip eden bir birey olarak maçların nasıl geçtiğini, hangi dakikasında neyin, nasıl yaşandığını ezberliyorum her haftasonu. Ancak ertesi gün rastgele bir yazıyı açtığınızda, sanki ben uzayda yaşıyormuşum da tesadüfen galakside başıboş dolaşan bir gazeteyi elime almışım gibi yazarlar bana maçın dakikası dakikasına neler olduğunu yazıyor. "Maçın bilmem kaçıncı dakikasında bilmem kim oyundan atıldıktan sonra x takımı için işler iyi gitmemeye başladı". Hadi canım!! Belki oyuncu atıldı, eksik oynuyorlar ondandır? Ve lütfen söyleyin en son ne zaman yenilen bir takımla ilgili olumlu ya da bir eleştiri okudunuz? İnsanı düşünmeye sevk etmedikten sonra bir köşe yazısı okumakla maç sonu yapılan ayak-üstü bir yorum arasında ne gibi bir fark kalır?

Bir başka dikkatimi çeken konuda maçtan sonra "neden x oynamadı?" ya da "y nasıl yedekte bekler?" konulu yazıların çokluğu. Aynı yazarların maçtan bir gün önceki yazısında kesinlikle bu konuda yorum olmazken mağlubiyet sonrası, sanki maçtan önce çıkması gereken 11'i yazmışlar gibi, o nasıl olmaz bu nasıl olmaz şeklinde ahkam kesebilinmesi oldukça düşündürücüdür. Sanırım yazarlıkta birazda cesaret ve birazda öngörü gerekli. "Yazıyorum ama sonra mahçup duruma düşer miyim?" düşüncesindeki biri bizi nasıl ileri götürebilir, bize neler katabilir?

Bu turnuvada arkasından gidilebilecek tek takım: Türkiye

Bununla ilgili en güzel örnek, bu başlığı atabilen -şu anda adını hatırlayamadığım- bir ingiliz yazara aittir. Kendi ülkesinin gidemediği bir turnuvayı, turnuvadan haftalarca önceden tartışıp yazarken bu cümleyi vurucu cümle olarak seçmiş. Söz konusu cümleyi desteklerden de "futbola aç bir ülkeyi temsilen, doğu gizemini batı kültürüyle özümseyebilen ve hala kendisinde izleyenleri hayran bırakan bir felsefesi var bu takımın" gibi odukça şairane ve bizlerin bile söyleyemediği kadar iddialı bir biçimde ortaya koyabilen bu yazara nasıl şapka çıkarmayız? Eminim ki avrupa şampiyonasında başarısız olsaydıkta bu yazarın bu yazısı kötülenmeyecekti. Lakin yapılan tespite ve bunun yazıya dökümüne hayran kalmamak elde değil. Bu kalitede bir yazıyı, bir spor bölümünde en son ne zaman görmüştünüz?

Özellikle yazar takip eden bir insan değilim. Genellikle gazetelerin okuyabildiğim kadarıyla köşe yazılarını takip etmekten keyif alırım. Ancak bir isim var ki beni çoğu zaman okurken hem güldürebilen hem tespitleriyle düşünmemi sağlayan hem de beni sürükleyerek bambaşka yerelere götürebilen tek bir yazar var: Kanat Atkaya. Hürriyet'in iki üç günde bir sayfa aralarında ya da cumartesi ekinde rastlayabileceğimiz bu "kafa" yazar koyu bir Galatasaraylı. Ancak Gsli diye hor görmeyin genellikle yaşam üzerine yazıyor, sadece maçlardan bir iki gün sonra o maçla ilgili yazısı yayınlanıyor o kadar. Diğer maçlar hakkında pek yazısını bulmak mümkün değil ancak size güvence verebilirim ki sadece GS konulu yazıları bile okumak size de keyif verebilecektir. UEFA kupasının alınmasından sonra kaleme aldığı yazıyı bulabilirseniz hele muhakkak okuyun. Özet vermem gerekirse maçın analizi değil, Kopenhag'a nasıl gittiği ve orada neler yaptığının daha ağırlıklı olduğu muhteşem bir yazı. İnsanın okurken tüylerinin üpermesi ve yaşanan başarıyı bir daha yaşatabilmesi de cabası.

İmkanım olsa gerçekten kendisiyle tanışmak isterim. Gelsin mangal yapalım sonra nargile hazırlayayım kendisine muhabbet edelim (bana nasıl ulaşabileceğini biliyorsun Kanat abi ugurarpali@gmail.com =) ). Kimi zaman okurken kendinizi onun yıllardır arkadaşıymış gibi hissettiriyor, kimi zaman da çoğu zaman insanların görmediği çok ufak detayları görüp onları insanlara hatırlatabiliyor. Gerçekten gerek normal yazıları olsun gerekse spor yazıları olsun sizi düşünmeye sevk ediyor, size bir şeyler katıyor.

Bu yazım vesilesiyle sanırım hem spor yazarlığı konusunda ki rahatsızlığımı ve fikirlerimi sizinle paylaşabildim hem de takip ettiğim bir yazarı ,eğer ki daha önce farketmemişseniz, size tavsiye edebildim.

Benimle kalın. Teşekkürler.

1 Haziran 2009 Pazartesi

ŞAMPİYON BEŞİKTAŞ


2008-2009 sezonu başlarken, herşey Beşiktaş için güzel başlamıştı. Geçen seneden elinde iyi bir kadro olan Beşiktaş, defansa yaptığı, Zapo-Sivok takviyeleri ve Uğur İnceman-Ekrem Dağ transferleriyle, takımda geniş bir revizyona gitmek yerine, açıkları kapatma yoluna gidiyordu.
Hazırlık maçlarında fırtına gibi esen Beşiktaş lige de fırtına gibi bir başlangıç yapıyor, taraftarına bu sene Ertuğrul Sağlam bize şampiyonluğu getirtecek diye düşünmeye başlatıyordu. Herşey güllük gülistanlık giderken, Uefa elemesi kurası çekildi. Kuraya seri başı katılan Beşiktaş'ın , zor rakiple eşleşmesi olası bile değilken, Can Bartu taş gibi bir takım olan Metalist Kharkiv'i çekiyor ve Ertuğrul Sağlam için çöküş başlıyordu.

Metalist Kharkiv'le ilk maç İstanbul'da oynandı. Ukrayna ekibi Beşiktaş'ı adeta tarumar etti, Beşiktaş şansıyla ve hakemin ofsayttan atılan golü atlaması sayesinde 1-0'la rövanş için avantajlı bir skor elde etti. 2. maç ise her Beşiktaş'lının zihnine kara harflerle yazılıyordu. Ukrayna ekibi maça inanılmaz başlamış, Beşiktaş kalesini abluka altına almıştı. Beşiktaş biraz dengeyi kurmaya başlar gibiyken, Jaja Jackson Coelho orta sahada Cisse'den yediği tekmeye rağmen ayakta kalıyor, sinirleniyor ve Hami Mandıralı'nın bile topu kaleye yetiştirmesi zor olan mesafeden Scud füzesi ayarında bir şut çıkarıyor, milyonlarca Beşiktaşlı'nın ağzını açık bırakıyordu. Sonrasında gerek Zapo'nun sıçması, gerek Gökhan Zan'ın gününde olması, gerekse de takımın geri kalanının pek bir futbol oynamaması sebepleriyle Beşiktaş 4-1'lik bir hezimetle evine dönüyor, avrupa defterini kapatıyordu.

Maçtan sonra teknik direktör Ertuğrul Sağlam "Hayat devam ediyor" açıklamasıyla yönetimin sinirini iyice bozuyor ve Yıldırım Demirören'in Ukrayna'da kalıp Lucescu ile görüşmesinin yolunu açıyordu. Lucescu gelmeyi kabul etmedi, bu haber çokça medyada yer buldu ve en sonunda Ertuğrul Sağlam duygusal bir konuşmayla istifa etti.

Ertuğrul'dan boşalan göreve, Fenerbahçe ve Galatasaray'da çalışırken bile her zaman Beşiktaş'lı olduğunu söyleyen Mustafa Denizli getirildi. Taraftarların büyük bir kısmı Mustafa Denizli'nin getirilmesini tepkiyle karşıladı, ancak herhangi bir protestoda bulunmadılar.

Mustafa Denizli, takıma alışma evresinde, çok basit puanlar dağıttı. Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarında sahaya sürdüğü intihar kadrolarıyla, Beşiktaş taraftarını adeta çileden çıkarttı. Galatasaray mağlubiyetiyle birlikte ilk yarı bitmişti. 6. haftada takımı lider teslim alan Denizli, 16. haftada 6.'lığa kadar gerileyen bir takımın başındaydı. İşte o zaman Denizli ile Sağlam arasındaki fark ortaya çıktı. Sağlam olsaydı, önümüzdeki maçlara bakıcaz, hayat devam ediyor, güzel şeyler yapmak istiyoruz gibi bir açıklamada bulunurdu. Ancak Denizli çok iddalı bir çıkış yaptı ve 26. hafta da şampiyonluk yarışında az takım olacak ve bunlardan biri de Beşiktaş olacak dedi. Takımın, yönetimin, taraftarın, medyanın kaynadığı, sıralamada 6.lığa kadar düşünmüşken, Mustafa Denizli bu açıklamayla bütün okları kendine çeviriyor, takımı rahatlatıyor, kredi sağlıyor ve gündem değiştiriyordu. Artık kimse Beşiktaş'ın başarısızlığını konuşmuyor, 26. haftada kim nerede nasıl olur tartışmalarıyla boğuşuyordu. Devre arasında Mustafa Denizli Beşiktaş'a, Beşiktaş'ta Mustafa Denizli'ye ısınmaya başlıyor, Fabian Ernst ve Yusuf Şimşek 2'lisi takıma dahil oluyordu.

Yusuf Şimşek transferi çok tartışıldı, çok ta tepki çekti. Ancak sene sonunda bakıldığında Yusuf'un 6 ayda yaptığı katkıyı Delgado'nun 3 yılda yapamadığı ortadaydı. En sıkışık maçlarda, en kritik anlarda sahne alarak, sayısız maçta Beşiktaş'a hayat veriyordu Kara Şimşek.

Fabian Ernst'i ise anlatmaya kelimeler yetmez. Savunmada her açığı kapatan, tüm maç koşan, zaman zaman attığı derinlemesine paslarla takımı hücuma çıkartan - pozisyona sokan, uzaktan şutlarıyla gol bulan bu deli alman geldiği günden itibaren taraftarın sevgilisi, 2. Giunti'si oluyordu. Tek negatif özelliği isabetli orta yapamaması olan Ernst performansıyla yıllardır varlığı yokluğu belli olmayan Cisse'ye de hayat veriyordu.

Ligin bitimine 6 hafta kalmış ve Beşiktaş 2. sırada Sivasspor'un arkasındaydı. Beşiktaş'ın kalan maçlarının 4'ü deplasmanda diğer 2'si ise evinde olmasına rağmen Derbi maçı olduğundan zorluğu yüksekti. Genel görüş Beşiktaş'ın bu fikstürde şampiyon olamayacağıydı, fakat beşiktaş bu 6 final maçından 15 puan çıkartarak, Sivasspor'un 5 puan üstünde, hakettiği bir şampiyonluğa uzanıyordu.

2. yarı Beşiktaş 18 maçta tam 43 puan toplayarak Şampiyonluğunu ilan ederken 18 maçta sadece 1 kez Fenerbahçe'ye yenilen, 4 maçta berabere kalan, 13 kez de kazanan Beşiktaş, ilk yarıyı 6. bitirip şampiyon olma başarısı gösteren ilk takım oluyor ve taraftarlar Türkiye'yi bayram yerine çeviriyorlardı. Beşiktaş takım kötü giderken hocasının Lider ruhlu olması avantajıyla uzun yıllar sonra tekrar tanışırken, taraftarının da tek arzusu bu başarının seneye de artarak gitmesi ve Avrupa'da da başarılı sonuçlar alınması oluyordu, bir sezon mutlulukla sonlanıyordu.