25 Mayıs 2009 Pazartesi

Başıboş Medya

Son zamanlarda çıkan Alpet reklamı ve haftasonu yaşadığım Spormax şoku beni bu konuda yazmaya itti.

İlk olarak Alpet reklamıyla başlamak istiyorum, 2004 senesinde Pascal Nouma, Fenerbahçe karşısında golü attıktan sonra, yaptığı hareketle gündeme oturmuş, medyanın zorlamasıyla her programda, her kanalda, her sayfada ifşa edilmiş, fütursuzca eleştirilmiş ve en sonunda sezonun bitimine 4 hafta kala, neredeyse ülkeden sınırdışı edilmişti. Buna sebep olarak ise "Türk Örf ve Adetleri" gösterilmişti. Pascal evet belki o sene çok fazla faydalı olamıyordu, belki yollanması Beşiktaş'ın lehine olacaktı, ama bu şekilde, medyanın zorlamasıyla gönderilmesi o zaman çok zoruma gitmişti. 4 hafta sonra Beşiktaş şampiyon oldu ve o şampiyonlukta nolursa olsun Pascal'ın da hakkı vardı, onunda en temel hakkı takım arkadaşlarıyla birlikte sevinmekti ancak medya yüzünden buna izin bile verilmedi.

Sonrasında eğer Pascal Nouma adını hiç duymasaydık, gene medyaya hak verebilirdim, değerleri koruyorlar derdim. Ancak aradan zaman geçti, medya Pascal'ı Marsilya'da buldu röpörtajlar yaptı, Türkiye'de bar açılışlarında boy gösterdi, Film'de oynadı ve en son olarak Alpet reklamı geçen günlerde yayınlanmaya başladı. Her izlediğimde çoğu Beşiktaş taraftarı gibi, Pascal'ın yalandan göz yaşını gördükçe içim eriyor. Reklam her çıktığında heyecanla izliyor, bizde çok özledik be abi diyorum. Ancak diğer boyutuna bakıyoruz, reklamda Pascal'ın sınırdışı edilmesine sebep olan olay, özellikle ön plana alınmış, eğleniliyor. 5 sene önce bütün Türkiye'yi yozlaştırdığı düşünülen bu olay, artık güzel bir espri, bir reklam malzemesi olmuş, biz mi değişmişiz, değerlerimiz mi değişmiş diye düşünüyorum, ancak anlaşılıyor ki tek değişmeyen medya olmuş. Yine bulmuş bir gelir kapısı yükleniyor.

Aklıma bunları yazarken geçen sene ve bu sene Show Tv'nin yayınladığı Uefa kupası finalleri geliyor. İlk olarak geçen sene geliyor aklıma, gene sinirleniyorum. Uefa kupası finalini izlemek için Tv karşısına oturuyorum, cipsim, biram herşeyim hazır. Sadece maçı bekliyorum, ve o sırada geçen altyazıyla yıkılıyorum. Uefa Kupası final maçı yerine Varmısın Yokmusun programının yeni bölümü yayınlanacağını öğreniyorum. Peki bu program canlı mı yayınlanıyor? Hayır sadece Show Tv daha çok reyting elde edeceğini düşünerek - ki Uefa Finali de sonuçta 2-3 kişinin izlediği bir organizasyon değil - canlı yayın haklarını aldığı bir maçı banttan yayınlamaya karar veriyor. Yayın hakkını almak için rakip kanallardan daha fazla para ödemiş olan Show Tv günlerce reklamını yaptığı bu programdan reyting kaygısıyla vazgeçiyor, ve bunu son saniyede adeta bir hiç yerine koyduğu izleyicilerine duyuruyordu.

Bu seneki Uefa Finali'nin hakkını tekrar alan Show Tv, Türkiye'de olan final maçını bu sefer canlı yayınlamaya karar veriyor. Finali oynayan Ukrayna ve Almanya ülkelerinden sonra 2. seviyede ilgilendiren Türkiye ayağındaki yayın Show Tv'den geliyor. Maçı izlemediğimden dolayı, izleyenlere Show Tv'nin ne saçmalıklar yaptığını sormak yoluyla, olanları öğrendim. Maç sırasınca hiç bitmeyen reklamlara falan girmiyorum, zaten şaşırtıcı bir şey değil. Saçmalık olan maç bittikten sonra 120 dakika mücadele eden futbolcuların, sevinçlerini, mutluluklarını, kupayı kaldırmalarını izleyeceğini bekleyenler, tabiki de Show Tv yayın ve yayıncılık anlayışı sebebiyle çok yanılmışlar. Show Tv maç biter bitmez 30 dakikalık bir reklam koymayı uygun görmüş ve seremoniyi banttan vermeye karar vermiş. Kendi ülkemizde oynanan bir final maçında bile bu tarz bir yayıncılıkla, izleyiciler sağılmış ve yöneticiler işlerine devam etmişler.

Başka bir olayla da bu pazar günü saat 18.00 de İngiltere Premier Lig'inin son haftasını izlemek üzere Spormax'in başına oturmamla karşılaştım. Bilmeyenler için belirtmem gerekiyor, bu Spormax kanalı, Digiturk'ün LigTv'li paketine dahil olmayan, izlenebilmesi için, daha pahalı paketlere üye olmanın gerekli olduğu bir kanal. Bir sürü insan da sırf Premier Lig maçlarını izleyebilmek için, bu miktarı gözden çıkartıp bu paketlere abone oluyor. Televizyon başına büyük bir heyecanla oturduktan sonra, Sivasspor maçına doğru tarzında bir programla karşılaşarak yine bir şok yaşadım. Halbüki orada son maçında düşmemek için çarpışan dünyanın en iyi liginin takımları olmalıydı. Düşme hattındaki maçları izlemesen ne olur diye düşünenlerin ise bu sene küme düşen Newcastle United'ın kadrosuna bakmasını ve 3 büyüklerde kaç oyuncusunun banko oynayacağını saymasını istiyorum. Neyse yine bir keyfi uygulama sonucunda, paramızla satın aldığımızdan bir hizmetten mahsur kalmıştık, 19.50 de bitecekti İngiltere'de maçlar ve 20.00 de başlayacaktı, Türkiye ligi. Maç öncesini izlemesek çok şey mi kaçırırdık, veya boş başka kanal mı yoktu? Eğer yayınlamak isteselerdi tabiki de çok kolay yayınlarlardı ama ne gerek vardı ki?

Bu konularda genelde izlediğim Doğuş Grubu ve yayınlarını başarılı buluyorum. Ne diyorlarsa onu yayınlıyorlar, ellerinden geldiğince izleyicilerin memnuniyeti üzerine çabalıyorlar, bu sırada elde ettikleri memnuniyetle, izleyici kitlelerini genişletiyorlar, ama malesef sadece belli bir kesime hitap ediyorlar.

Diğer tarafta genel medya, ufak çocukları sömürüyor, kaynana gelin kavgaları, dini içerikli hayattan yalan kesitler, göbek atmalı, zaman zaman bol küfürlü sabah şovları, izdivaçlar, kurgulanmış programlar ile değerlerimizi koruma peşinde koşturup gidiyor. 3-4 gün bu programları izledikten sonra Üniversite eğitimli birinin Anaokulu düzeyine inmesini sağlayan bu programlarla; eğitim ortalaması çok yüksek olmayan Türkiye'm, yozlaştırılıyor, bölünüyor ve cahilleştiriliyor.

Bu sırada kontrol mekanizması RTÜK ise, başkanı ekmeğini kapmış, üyeleri de Tv başında nerede bir göğüs görmüş, nerede bir sigara, bira mozaiklenmemiş onların peşinde ceza kesmekle meşgul olsun. Diğer tarafta kanallar izleyici mi sağıyor, kafasına göre mi hareket ediyor, bir insanın hayatını mı karartıyor, halkı yok mu ediyorlar, bu işlere vakitleri kalmıyor. Yukarıda saydığım örnekler, futbol harici çok fazla program takip etmeyen birinin tecrübeleri. İzliyenler nelerle karşılaşmıştır belli değil. Her defasında özellikle takip ettim, yukarıdaki kanallar saydığım olaylardan hiçbir ceza almadı. İzleyicileri aptal yerine koymanın herhangi bir yaptırımı yok ne yazıkki..

Bir Efsane'nin Düşüşü

Newcastle United, 1974'te 42712 ortalama taraftarla küme düşen Machester United'ın rekorunun 48750 ile parçalayıp, Premier Lig'e veda etti. Bu yazımda sene başından beri neler yaşandığını anlatıp, bu duruma ışık tutmaya çalışıcam.

Lige taraftarın sevgilisi, kredisi limitsiz hoca "King Kev" Kevin Keegan ile başlayan Newcastle, zorlu bir fikstürle başlangıç yapıyordu. 3 maçtan 2'si Manchester ve Arsenal deplasmanı olmasına rağmen 4 puan topluyor ve oynadığı futbolla bu takım en azından uefaya gider dedirtiyordu.

Ne olduysa transfer döneminin son günlerinde oldu. Newcastle United başkanı Mike Ashley "Demirören" takımın en önemli isimlerinden, James Milner'ı satarken yerine ise Kevin Keegan'dan habersiz, vasıfsız forvet Xisco'ya dünya kadar para vererek kadrosuna katıyor, Ignacio Gonzalez diye bir adamı sene sonuna kadar kiralıyordu.

Transferde kendisine danışılmayan ve satılmasın dediği adamların satıldığı, "almayın topçu değil bunlar" dediği adamların alındığı bir ortamda, Kevin Keegan istifa ediyordu. Newcastle yönetimi günlerce ikna etmek için uğraşıyor, taraftarlar sokaklara dökülüyor ancak fayda etmiyordu.

Keegan'sız çıkılan ilk maçta tribünler maçla ilgilenmeyi bir tarafa bırakıp, hep bir ağızdan Mike Ashley'i istifaya davet ediyorlardı. Maç sonrasında Mike Ashley gerçekten çok duygusal bir açıklama yapıyor, Newcastle United'ı büyük borç yükü altında satın aldığını, çok para yatırdığını, Newcastle taraftarı olduğunu ve çocukluktan beri maçlarına gittiğini, ama son maça gitmemesi için danışmanlarının tavsiyede bulunduğunu, maçına gidemeyeceği bir Newcastle United istemediğini bu sebeple de klübü satılığa çıkaracağını duyuruyordu.

Bir yandan bunlar olurken, diğer tarafta futbol kötüleşmiş, başıboş takım üst üste malubiyetler almaya başlamıştı. Taraftarın tepkisinin azaltılması için Alan Shearer'a teklif götürülmüş red cevabı alınmıştı. Başka hocalara da gidiliyor, cevap hep red oluyor ve en sonunda Kevin Keegan'ın istifasından tam 8 hafta sonra eski Luton Town teknik direktörü Joe Kinnear ile sene sonuna kadar anlaşma imzalanıyordu.

Bu sırada Mike Ashley, Newcastle için gelen tüm teklifleri reddediyor ve Aralık ayı sonuna dorğu Newcastle United'ı satılıktan çektiğini açıklıyordu.

Joe Kinnear'ın gelişiyle takım nispeten toparlanmış, puan almaya başlamış, en azından ligi 13.-14. bitirir diye düşündürüyorken, devre arası transfer döneminde Mike Ashley, gene uslu durmuyor, Charles N'zogbia ile Newcastle'ın o zamana kadar aldığı puanların yarısında başrol oynamış olan irlandalı kalecisi Shay Given'ı satıyordu. Yerlerine ise Newcastle'ın en güçlü bölgesi olan forvet bölgesine Kevin Nolan transfer ediliyordu.

Bu transfer politikası Joe Kinnear'ın kalbine indiriyor, ve Kinnear geçirdiği triple by-pass ameliyatı sonrasında görevi bırakıyordu. 2 ay boyunca takım gene başıboş kalıyor, bu sırada Newcastle üst üste malubiyetlerle düşme potasının içinde yerini sağlamlaştırıyordu. Mike Ashley gene Alan Shearer'a sarılıyor, "Big Al" bu sefer, çok sevdiği Newcastle'ı için görevi kabul ediyordu. Ancak o döneme kadar kazanması gereken çokça maçı kaybeden Newcastle, Alan Shearer'ın önüne bomba gibi bir fikstür bırakıyordu.

Milyon dolarlık yıldızları, sene boyunca sergilediği 3 kuruşluk anadolu topçusu futbolunu sürdürüyor, Alan Shearer sene başından beri allak bullak olmuş, özgüvenini yitirmiş takımı toparlayamıyor, zor olan fikstürün de etkisiyle, son haftada Aston Villa'ya 1-0 malup olarak (beraberlik yetiyordu), kümeye düşüyordu.


Maç sonunda Alan Shearer, kariyerinin en kötü günü olarak tasvir ediyor ve oyuncularının ligde kalmak için en ufak bir çaba göstermediğinden yakınıyor, düşmeyi hakettiklerini söylüyordu.

Bir efsane Premier Lig'e veda ederken, milyonlarca Newcastle taraftarı gözyaşlarıyla, takımının tekrar kendini bulup, Premier Lig'e geri döneceği günün hesaplarını yapıyor.

Güle Güle Newcastle, umarım bu ayrılık çok uzun sürmez..

22 Mayıs 2009 Cuma

Şampiyonluk Son Haftaya Kalır...

Bir sezonun daha sonuna geldik... Futbolseverlerin futbolsevmez hale dönüştüğü bu son yılların en kötü sezonunda şampiyonun belirlenmesine sadece 1-2 hafta kaldı. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın çok çok kötü olması, Trabzonspor'un yönetim, teknik kadro, oyuncu 3 lemesindeki istikrarsız davranışlar, Sivasspor'u ve Beşiktaş'ı öne çıkardı.

Sezona topallayarak başlayan Beşiktaş rakiplerinin küçük takımlara büyük puanlar kaybetmesiyle şampiyonluğun en büyük adaylarından. Kimi taraftarlar(!) şampiyonluklarını ilan dahi etmiş durumdalar... Beşiktaş bu hafta şampiyonluğunu ilan edebilir, umutlarını haftaya bırakabilir ya da 2003'ten beri yakalayamadığı bu mutluluğu önümüzdeki yıllara erteleyebilir. Şahsi fikrim, bu sene de şampiyon olamazsa, önümüzdeki yıllarda işinin çok zor olacağı. Bir daha hiçbir şekilde rakiplerini bu halde yakalayamazlar. Bu hafta o yüzden Beşiktaş için çok önemli. Bu haftaya kadar ligin üst sırasındaki hiçbir maçı kazanamamış olması Beşiktaş için bir handikap. Bu maçı alarak hem bu yükten kurtulabilirler, hem de doya doya şampiyonluk turuna çıkarlar. Yalnız bu kolay olmayacak. Galatasaray, şampiyonu belirleyecek olmanın verdiği havayla maça asılabilir. Önümüzdeki hafta da Sivasspor'la oynayacaklarından, bu sezon için övünecekleri tek şey olan "Şampiyonu biz belirleriz" fırsatını kaçırmak istemeyeceklerdir ( ya da 2 maçta da yenilerek, hiçbir şey söylemeden önümüzdeki yılı da bekleyebilirler). Bu sebeple Galatasaray, bu hafta Beşiktaş'ın önünü keser. Motive Beşiktaş, sezonu erken kapatan Galatasaray karşısında puan kaybetmez gibi dursa da, ben Galatasaray'ın puan ya da puanlar alacağını düşünüyorum.

Hepsinden önemlisi, en azından bu maç güzel olsun. Şampiyonu ayakta alkışlayalım ya da Galatasaray'ın şampiyona kök söktürmesini takdir edelim ( ki Fenerbahçe'li taraftarların her derbide yaşadığı " Bütün sezon nerdeydiniz?" isyanını Galatasaray'lılar da anlayabilsin).

Beşiktaş bütün sezon mümkün olduğunca çirkeflikten uzak kaldı, Galatasaray ise artık iddiasını kaybetti. Bu yüzden bu maçta da temiz futbol olmasını diliyorum.... JOGA BONITO!

Ertan

18 Mayıs 2009 Pazartesi

İş Hayatında Hayatta Kalma Rehberi

Bir çalışan için, iş hayatında en tehlikeli anlar, yapılacak hiçbir şey olmayan zamanlardır. Her yıl 3873 kişi iş yerinde sıkıntıya bağlı sebepler nedeniyle, intihar ediyor. Bu yazımda 9 aydır içinde bulunduğum iş dünyasında, boş bir günü nasıl atlatabileceğinizi anlatıcam.

Başlamadan önce, alınması gereken tedbirler şu şekilde sıralanıyor;

  • Eğer çok önemli bir mail beklemiyorsanız, evde maillerinizi kontrol etmeyin
  • King, okey, batak gibi oyunları bilin veya öğrenin,
  • Kitap okuyorsanız, eğer çok sarmadıysa evde okumayın,
  • Youtube gibi normalde giremeyeceğiniz sitelere, girmenin yolunu öğrenmiş olun,
  • Monitörünüz sadece sizin görebileceğiniz bir noktada olsun.

Bu tedbirleri hayata geçirdikten sonra. Yapıcak hiçbir şey olmayan bir günü şu şekilde atlatabilirsiniz.

Saat 9.00 civarı şirkette güzel bir kahvaltıyla güne başlayın, çayınızın her anından keyif alın, bir değil, iki poğaça tercih edin. Hem daha doyurucu hem de daha zaman öldürücü olacaktır. Bu sırada msn'inizi açın ve müdavimlerinize günaydın diyerek ilk kontağı kurun.

Kahvaltı tahminen 9.20 gibi son bulacaktır. Bu saatten sonra, evde bakmadığınız maillerinize, gereken ilgi ve alâkayı gösterebilirsiniz. Ortalama 25 dakika süren bu eylemin ardından 9.45 civarı, artık dünyada, Türkiye'de neler olup bitiyor takip etmeye başlayabiliriz. Bunun için önerilecek siteler, gazetevatan.com (favorim), haberturk.com (son zamanlarda iyice dandikleşti.), ntvmsnbc.com, maraton.com, tuttuğunuztakim.com, bu sitelerde gezinip, haberler ve köşe yazıları okunduktan sonra, her konuda bir fikriniz oluşur ve saatte 11'e gelmiş olur.

Saat 11'de ise, girilecek yer çalışanların dostu ekşi sözlüktür. Ekşiye girilir, ilk olarak yanda ilgi çeken konular tek tek yeni tab olarak açılır. Bu yeni tab'ler kenarda dururken, bir önceki adımda girdiğimiz sitelerde aldığımız ve yetersiz bulduğumuz bilgiler (bugün tamil gerillalarıydı) ekşide aranır. Aynı şekilde insanlar bu konuda ne düşünmüş şeklinde merak edilen konularda açılır. Hepsi irdelenmeye başlanır, bir yandanda sol taraftaki menüye yeni gelen güzel konular kaçmasın diye sık sık refresh yapılır.

Ekşi Sözlük'te artık bakacak bir şey kalmadığında saat tahminen 12.30'u bulacaktır, yemek yemek lazımdır. Yemeğinizi yiyip , bir yandan muhabbet ettikten, üzerinede bir bardak çayınızı içtikten sonra 1.30'ta işinizin başına dönebilirsiniz. Eğer halâ yapacak gerçek bir "iş"'iniz yoksa, bir oyun sitesine girilir, ( ben gamyun.net'i tercih ediyorum ama artık üye almıyorlar sanırım) okey, king, batak, 101 gibi birbirinden zaman öldürücü oyunlardan birine giriş yapılır. Ancak bu oyuna girmeden önce iş çıkmayacağından emin olunması lazımdır, oyun ortasında çıkan ekstra iş, yarım kalan oyun ve ceza puanı olarak hanenize işlenecektir.

Bir king elinin 35-40 dakika aldığını hesaplarsak 1.30 saati rahatlıkla alacaktır oyun oynamak. Saat 3.00'e gelmiş oluyor bu sayede ve paydosa sadece 3 saat kalıyor. Bu saatlerde Msn'den birisi kesin muhabbete düşecektir. 30 dakika - 3 saat arası gerçekleşecek bu sohbeti, biz 30 dakika sürecek gibi kabul ediyoruz ve 3.30'a getirmiş oluyoruz saati. Yapacakta çok fazla zaman öldürücü faaliyet kalmadı sanki.

İşte bu dakikada önceki zamanların tecrübelerini değerlendirmek çok önemli. Örnek olarak bulduğum quizfarm.com isimli site, hangi lost karakterisinizden, hangi okyanussunuza kadar alâkalı alâkasız bir sürü quiz arasından, ilgili olanları çözüp, sağa sola yollayarak oldukça eğlenebilirsiniz veya bir hobiniz varsa, bununla ilgili araştırmalar yapabilirsiniz. Bunları yaparken saati 5'e getirmiş ve çıkmanıza sadece 1 saat kalmış duruma gelmişsinizdir. Çıkmaya sadece bir saat var motivasyonuyla kağıt üzerindeki bir noktaya odaklanarak bile geçirebilirsiniz o saati.

Ancak bu saati daha çabuk geçirecek aktivetelerimizde var. İlk olarak Amerikan dizilerini günü gününe takip ediyorsanız ve iyi bir İngilizce'niz ve bir kulaklığınız varsa, google da iyi bir aramayla dün gece yayınlanan bölümü iş yerinizide izleyebilirsiniz. Böyle bir durum yoksa, Youtube'a girilir, gülünür eğlenilir, Facebook açılır yeni eklenen videolar izlenir, tag'lenen fotoğraflara bakılır veya okuduğunuz bir kitap varsa o okunur. Bu sırada saat rahat rahat 6.00 olur ve sıkıntıdan dolayı intiharı düşünmeden, hiçbir şey yapılmayan bir gün yüzlerde bıraktığı gülümsemeyle sona erer.

15 Mayıs 2009 Cuma

Yeni Kasa Honda Jazz

Sevgili TembelHayvann okurları,

Blogun her şeye bir yorumu olan adamı olarak çıktığım yolda, bugün farklı bir konuyla karşınızdayım.

Bir araba tanıtımı yapacağım bugün size. Öncelikle bana bu test imkanını sağlayan Erdoğan Onur Duygu’ya, bu arabayı üreten Honda’ya teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Bugünkü aracımız, 2009 model bir Honda Jazz +Joy I-Shift.


Honda’nın yakın zamanda ülkemize ithal etmeye başladığı yeni kasa Jazz, eski kasanın Türkiye’de ve dünyada elde ettiği başarıyı ileriye taşımakta kararlı. Sınıfının standartlarının ötesinde bir konfor ve donanımı, dünyaca ünlü Honda sağlamlığı ve estetik bir dizaynı bir araya getiren yeni Jazz gücünü 1.4 litre hacmine sahip son teknoloji i-Vtec motoru ile sağlıyor. Bu motor, 100 beygir gibi hacmine oranla yüksek bir beygir gücü elde etse de tüketimde cimriliğini sürdürüyor. Test koşulları altında, I-Shift şanzımanlı modele ait tüketim,
100 kilometrede 5.3 litre olarak elde edilmiş.




İç tasarımda ise eski Jazz’a oranla büyüme sağlanmış ve ferahlığıyla ünlü Jazz, biraz daha ferah hale gelmiş. Bir üst donanım paketinde satılan panoramik cam tavanla ise aracımız, iç mekan ferahlığı açısından eksiksiz hale gelmekte.

Gelelim yazımıza başlarken sınıfının standartlarının üzerinde sağladığı donanımlara.
Standart olarak gelen 8 Airbag, yokuşlarda kalkış desteği, virajlarda savrulmayı engelleyen ve yol tutuşunu hissedilir derecede arttıran VSA sistemi ve viraj denge çubuğuyla Jazz bu sınıfta standartları biraz daha yükseltti.
Eski Kasaya oranla 5 cm’lik uzama ve 2.5 cm’lik genişleme, zaten geniş olan bagaj hacmini daha da genişleterek 400 litre gibi neredeyse bir sedan araba bagaj kapasitesine ulaştırmış. Ayrıca Jazz’ın kolay katlanabilen koltukları (sihirli koltuklar olarak geçiyor) sayesinde kolaylıkla yükleme yapılabilmesi sağlanmış. Koltuklar tamamen katlandığında aracımız neredeyse bir mini van taşıma kapasitesine ulaşmakta.

Biraz da Honda’nın bu sınıfta ilk defa kullandığı ve çok güvendiği I-Shift sisteminden bahsedelim. I-Shift, aslında bir tür otomatikleştirilmiş manuel şanzıman. Yani sistem olarak normal bir şanzımanla benzer, ancak vites değişimlerini araç otomatik bir şekilde yapıyor. Ancak diğer tam otomatik şanzımanlardaki sarsıntısız vites değişimi bu şanzımanda yok. Konfor yönünden bir eksi olarak hissedilse de bu sarsıntı, en azından bana göre arabayı biraz akülü araba kavramından uzaklaştırıyor. Aynı zamanda, tam otomatik ve CVT (eski jazz’da ve city’de kullanılan şanzıman) şanzımanların sağlayamayacağı ekonomiyi sağlaması I-Shift’in en önemli artısı.



İlk testimizi burada kısa keserken, test için bize sağlanan araç rodajda olduğundan “ Aaabi 0-100 km kaç saniye? , kaç basıyo? “ gibi sorulara bu seferlik cevap veremiyorum.
Tabii fiyatı unutmayalım bu kadar anlattık aracımızı. Honda Jazz +Joy I-Shift, 30.500 TL’ lik fiyatıyla ilk başta ürkütse de veya o fiyata üst sınıf ama daha donanımsız model alma fikrini getirse de, gerek donanımları, gerek sorunsuzluğu gerekse de kalitesiyle bu fiyatı hak ettiğini kanıtlıyor. İsterseniz sizde, ÖTV indirimi halen mevcutken bir Honda Yetkili satıcısına uğrayın ve yeni Jazz’ ı test edin.

Saygılarımla,

Özgür Duygu

14 Mayıs 2009 Perşembe

Nokta Atışı

Bu yazı biraz Hıncal Uluç vari bir yazı olacak, ancak bundan Hıncal Uluç'un yazılarını veyafikirlerini benimsediğim ya da bana yakın geldiği anlamı çıkarılmasın lütfen =).

Dün akşam gerçekten müthiş bir kupa finali yaşandı. Bol gollü geçmesini açıkcası beklemediğim bir maçtı. Tarafların girdikleri pozisyon sayısıda azımsanacak gibi değildi. Bu sebepten ötürü iki takımada kendi adıma teşekkür ederim, kendi takımıma ise neden burada olmadığını sorgularım. Ertan'ın dediği gibi belki de bu kupayı Galatasaray'ın almaması daha hayırlı olmuştur.

Öncelikle genel olarak teknik direktörleri eleştirmek istediğim bir konuyla başlamak istiyorum. Kupa maçlarına neden yedek kaleci çıkar? Kupa maçları önemsiz maçlar mıdır? Kupa finaline nasıl bir beyin ikinci sınıf maç gözüyle bakar? Bu maçı kazanırsan eğer önümüzdeki sene Super Kupa finali oynayacaksın. Nasıl bir zihniyet bunu gözden kaçırabilir? Takımının tarihine kupa kazandıracaksın bundan büyük bir şeref olabilir mi? Bunu bugüne kadar hep savunduğum Hagi ve Kalli'de yaptı, İspanya'ya yıllar sonra Avrupa Şampiyonluğu kazandırmış Aragones'te yaptı. Herhalde bir bildikleri vardır benim yerime bu takımları çalıştırdıklarına göre.

Öncelikle diğer arkadaşlarıma katılmadığım nokta şu (Hıncal vari yazıyoruz dedik ya kimseye fikren katılma şansım kalmadı) bu maçta iyi oynayan bir takım var ise bu kesinlikle Fenerbahçe idi. Sahada pas yapan, oyun kuran, topları kenara taşıyıp orta yapan ve ne oynadığını bilerek oynayan takım mağlup ekipti. Beşiktaş ise kesinlikle derbilerde lazım olan şans faktörünü arkasına alarak oynadı geçen akşam. Özellikle kalede Volkan Bebecan'ın olması Beşiktaş'ın sanırım en büyük şansıydı. Aynı şekilde Delinho İbrahim'in hiçbir zaman girmeyeceği bir riske girip top kaptıran ve sanırım maçın kopmasını sağlayan golün hazırlayıcısı Gökhan Gönül'üde unutmamak lazım. Büyük ihtimalle futbol hayatının geri kalan döneminde Gökhan için bir tecrübe olacaktır bu maç, ancak Fenerbahçe'nin geride kalan 27. senesi için bir teselli olamaz.

Bunun yanı sıra maçın adamı seçilen Bobo ile Fener'in istenmeyen adamı Guiza'yı yer değiştirdiğimde maç herhalde Beşiktaş lehine çok daha farklı bitebilirdi diye düşünüyorum. Guiza'yla Deivid'in ortaklaşa hazırladıkları gol Türk futbol tarihinin en güzel gollerinden biri olsa gerek. Deivid'in muhteşem arapası ve Guiza'nın olağanüstü koşusu gerçekten ancak Barcelona'da görülebilecek bir futbol zekası ürünüydü. Bu koşuyu yapacak bir Guiza'da Beşiktaş'ta yok, O pası atacak bir Deivid'de Beşiktaş'ta malesef yok. Sanırım Fenerbahçe'de bu maçın ciddiyetini kavrayabilmiş bir teknik direktör olsaydı bugüne kadar bazı zayıf takımlar karşısında gol yemediği için (Sanırım Urfaspor'la oynasa Fener ve kalede ben olsam yine gol yemezdi Fenerbahçe) kaleye geçen, "her an hata yapabilirim" Volkan'ı koymazdı. Milli kalecimiz olan Demirel Volkan'ın dün akşam yenen gollerin herhangi birini yiyeceğini düşünmüyorum. Belki Holosko'nun golünü ayrı tutabiliriz ancak oda maçın rehaveti ve kopmuş olmasından ötürü hazırlanmış bir gol olduğunu düşndüğümden onuda sanırım Beşiktaş takımı atamazdı.

Dün akşam ki futbolu düşündüğümde açıkcası aklımda Beşiktaş'ta kalan en iyi futbolcu Yusuf'tu. Ancak malesef kamuoyunda gördüğüm kadarıyla Gökhan'dan o topu çalmamış olsa kimse esamesini okumayacaktı. Bir futbolcunun maçın yıldızı seçilmesi için sanırım illa gol ya da asist üretmiş olması gerekiyor bu ülkede. Aynı şekilde maç içinde hiçbir şey yapmayan ama zayıf bir kaleciye iki gol atan Bobo'nun maçın yıldızı seçilmiş olması durumu açıkça ortaya koyuyor.

Maçta Beşiktaş adına fark yaratan, top dağıtan ve oyunu sürklase eden iki isim kesinlikle Yusuf ve Tello iken bu isimlerin pek maçın yıldızı olarak geçmemesi ya da başka nedenlerden ötürü geçmesi beni açıkcası üzüyor. Fenerbahçe'de ise bir Galatasaray'lı olarak sevinmeme neden olan şey basında Aragones'in ipinin çekilmiş olmasıdır. Gerçekten çok zayıf bir kadrosu olan Fenerbahçe'yi bence süpriz bir şekilde finale taşımış, sezon içinde hiçbir derbiyi kaybetmemiş ve kupa finalinde de çok iyi bir takım oyunu ortaya koymuştur. Bu sezon Uefa yarı finalinde 90. dakikada Shaktar'a elenen Dinamo Kiev ile de şampiyonlar liginde eşleşmiş ve iki maçta 0-0 ve 1-0 lık skorlarla başabaş mücadele ettirebilmiştir. Bu hocayı başarısız saymak bence yanlış. Futbolumuzda yeterli sabır , ileriye yönelik yatırım veya zaman vermek gibi kavramlar pek önemli olmadığı için Aragones büyük ihtimalle önümüzdeki seneyi başka bir ülkede geçirecek, Fenerbahçe başka bir "yıldız" hocayla anlaşacak, kadrosunu sil baştan yapacak ve yeni sezonu taraftarları için "umut dolu" bir yıl kavramına tekrar ve tekrar sokacak.

Beşiktaş'a ve Mustafa Hoca'ya tebrikler, Fenerlilere sabırlar dilerim.


Uğur

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Kupa Beyi Kartal


Saat 8'i gösterirken, önümüzde 2 opsiyon bulunmaktaydı. Ya Fatih Terim'in yorumlarıyla Ligtv'de, ya da Feyyaz Uçar-Altan Tanrıkulu yorumlarıyla Show'da maçı izleyecektik. Türk yayın sistemine söylenerek, Show'da karar kıldık.

Maç sakin başladı. 2 takımda birbirini tartarken, gelişen bir beşiktaş kornerinde, henüz 6. dakikada Yusuf Şimşek ceza sahasına orta şut karışımı bir top gönderiyor, Volkan Babacan beklemediği bu topla birlikte panikliyor, dengesini kaybediyor ve topu ağlarında görüyordu. Bu sırada Altan Tanrıkulu, golün erken geldiğinden dolayı Beşiktaş'ın avantajına olmadığını beyan ediyordu.

Dakika 10'u gösterdiğinde 5 maçlık cezasını yeni doldurmuş olan Diego Lugano ben geldim diyor, sarı kartını görüp hakeme itirazda bulunuyordu. İlerleyen dakikalarda Fenerbahçe, Beşiktaş kalesinde baskı kurmaya başlarken, Beşiktaş kontra ataklarda rakip kalede pozisyon arıyordu. Bu kontralardan birinde soldan Ekrem Dağ ile Beşiktaş tehlikeli geliyor, ancak malesef top Ekrem'in sol ayağına geldiğinden istenilen orta gelmiyordu. Bu sırada maç yorumcularından Feyyaz Uçar'a Bobo bir gol atarsa, kendisine ait olan rekoru egale edeceği söyleniyor, Feyyaz Uçar ise buna cevap olarak çektiği "İnşallah" ile, gülümsetiyordu. Dakikalar 29'u gösterdiğinde Fenerbahçe bir uzun topta Gökhan Zan'ın ofsayt kuralının nasıl işlediğini düşünmesinden fırsat bulup, savunma arkasına sarkıyor, Beşiktaş maçlarının kahramanı Guiza yine sahneye çıkıp, mükemmel bir koşu ile savunmayı oyundan düşürüp dokunuyor ve Rüştü'nün ısınırken sakatlanmasından dolayı forma giyen Hakan Arıkan'ın yanından topu ağlara gönderiyordu. İlk yarı bu skorla tamamlanırken Beşiktaş yine bir derbide beklenilen futbolu sergileyemiyerek, Fenerbahçe ise bu sene oynadığı klasik futboldan çok farklı birşey oynamayarak soyunma odalarının yolunu tutuyordu.

2. yarı başlarken Mustafa Denizli, sakatlanan İbrahim Toroman'ın yerine Delinho'yu oyuna alıyor, bir süre sonra da Luis Aragones, o dakikaya kadar ne oynadığı belli olmayan Uğur Boral yerine Semih Şentürk'ü oyuna alıp, sol kanada koyuyordu. Bu dakikalarda maça ağırlığını koymaya başlayan Beşiktaş Bobo ile bir pozisyondan yararlanamıyor, daha sonrasında 57. dakikada Fabian Ernst'in 3-4 Fenerbahçeli oyuncuya çarpa çarpa, kavga dövüş getirdiği topa Bobo çok sert vuruyor ve Beşiktaş'ı tekrar öne geçiriyordu.

3. golden sonra Fenerbahçe risk almaya başlıyor ve Semih'le inanılmaz bir gol kaçırıyordu. 63. dakikada Fenerbahçe atağında kafalardan seken topta Hakan Arıkan mezelerde tedirgin bir sazanım diyor ve ceza sahasındaki karambolde izleyenlere keyifli anlar yaşatıyordu. Dakikalar 76'yı gösterdiğinde, yıllanmış şarap tendansındaki Yusuf Şimşek, Gökhan Gönül'ün ayağındaki topu temiz bir şekilde alıyor, içeriye çevirdiği top savunmadan sekiyor ve Bobo bu fırsatı affetmeyerek kafayla ağlara gönderiyordu.

Skor 3-1 olduktan sonra iyice saldıran Fenerbahçe savunma güvenliğini iyice boş veriyor, Ekrem Dağ ile Beşiktaş tehlikeli geliyor, ancak malesef top bu sefer Ekrem'in sağ ayağına geldiğinden istenilen pozisyon yaratılamıyordu. Sonrasında hızlı çıkan Beşiktaş'ta, Bobo'nun enfes topuk pasıyla topla buluşan Holosko, köşeye golünü bırakıyordu. Bu golün ardından 2 takımda büyük ölçüde maçı bırakıyor, 90 dakika oldukça iyi maç yöneten Bünyamin Gezer 91. dakikada kendi ayağına kurşun sıkıyor, alâkasız bir penaltıyı sırf maç 4-1 olduğundan dolayı veriyor ve madalya merasiminde yuhalanmasının yolunu açıyordu. Verilen penaltıyı ise kullanan Alex De Souza, Hakan Arıkan'ı malup ediyordu.

Maç bitiminde Beşiktaş'lı oyuncular çocuklar gibi sevinirken, Fenerbahçe oyuncularına ölüm sessizliği çöküyordu. Bobo hakettiği bir maçın adamı ödülünü alırken, tribünlerden Yusuf Şimşek'te haketti ama ona nerde ödül diye mırıltılar duyuluyordu. Beşiktaş'ta Bobo, Holosko, Tello, Yusuf ve Ernst ön plana çıkarken, Fenerbahçe'de Guiza ve Emre arkadaşlarının önüne geçiyorlardı.

Fenerbahçe'nin hasretini dindirmesi bir başka bahara kalırken, Beşiktaş son 4 yılda 3. defa kupayı müzesine götürüyor, Fenerbahçe'yi kupayı alamadığı 27 senede, üst üste 9. kez kupa dışına itiyordu. Fenerbahçe taraftarı artık seneye bazı şeylerin düzelmesini umarak evlerinin yolunu tutarken, Beşiktaş taraftarı sevinçle şarkılar söyleyerek, 3 hafta sonrasının hayalleri içerisinde kupa sevincini yaşıyorlardı.

Amansız Olan Kazandı!...


Öncelikle Beşiktaş'ı tebrik ediyorum ( fazla amigo bulduğum, aklı evvel birinin "biz başka şey kastediyoruz, alınmayın" şeklinde hazırlamış olduğu t-shirte rağmen). Aslında yazılması gereken, anlatılması ve hatta ağlanması gereken çok şey vardı bugün sahada. 2008-2009 Fenerbahçe'sinin net bir görüntüsüydu bu... Şuan buraya da birçok şey yazılabilir fakat blogumuzun sezon sonu takım değerlendirmesinde bunlara yer vermeyi planlıyorum.

Günün tam anlamıyla tek bir cümleyle açıklaması vardı reklamda olduğu gibi : Amansız Ol! Beşiktaş kanının son damlasına kadar savaştı... Fenerbahçe savunmasında önceleri zorunluluktan sonraları keyfi oynatılan Gökhan Gönül ve Lugano'nun iletişim problemleri, Fenerbahçe'nin hatta sahanın en iyisi olabilecek kadar iyi oynayan Emre'nin (şampiyonlar ligi kadrosuna dahi dahil edilmemiş, antrenmanlarda Aragones tarafından hakaretler yediği iddia edilen) Deniz'le değişikliği, haftalardır sakat olan ve maç kondisyonu olmayan Alex 90 dk sahada kalması, Semih'in eski sempatik, 3 büyük takım kaptanlığına yakışan hareketlerinden formsuzluğu nedeniyle artık uzak kalması (ki tam bir Sabri olma yolunda gidiyor), geçen sene fazlasıyla yorulduğunu düşünerek bu sezon yatmayı tercih eden Deivid'in ve ciddi anlamda futbolunu sorguladığım Uğur Boral'ın formsuzluğu, Fenerbahçe gibi Türkiye'nin en önemli klüplerinden birinin hocasının "Beşiktaş'ı 3 kere yenmek zor olacak" gibi anlamsız, saçma, güvenden yoksun (ki sen kendine güvenmiyorsan takım nasıl güvensin?) açıklaması veya 26 yılın baskısını üzerimizde hissediyoruz gibi, önceden mağlubiyete hazırlanılmış bir açıklama vs vs Fenerbahçe'yi 1 yıl daha kupaya hasret bıraktı.

Kim ne derse desin, kulübüne maddi desteği en büyük olan taraftar Fenerbahçe taraftarıdır. Gelin görün ki, bu paranın akışına güvenip sokağa savuran tek yönetim de Fenerbahçe yönetimidir. Belki de hayatımda ilk kez Fenerbahçe'nin kazanmamasını istedim bugün. Önceki yazımda da yazdığım gibi, kara tablo pembeye dönebilirdi...

Fenerbahçe bu sene hiçbir kupayı, hiçbir başarıyı, hiçbir övgüyü haketmemiştir. Aziz Yıldırım sahilde kumdan kale yapan bir çocuk gibi davranmaktadır. Yıllarca uğraşıp kaleyi yapmış ve giderken de arkamdan kimse bunu oynayamasın diye ayağıyla ezmektedir. Bugün İzmir'de olan ve İstanbul'da bırakılan, Fenerbahçe kulübü tarafından, benim ve diğer taraftarların parasıyla maaşı ödenen herkese ( ne acıdır ki eski bir GS'lıyı bunun dışında bırakmak durumundayım, Emre Belözoğlu) payıma düşen miktarı haram ediyorum... 27. senede mumları üflemek üzere...

Not: Bugün birçok kişi Volkan Babacan'a kızabilir ama ben kızmadım. Eğer kupada bu kaleci oynuyosa finaline de bu kaleci çıkmalıdır. Hatasıyla, günahıyla, sevabıyla kalecimizdir. Bu maça kadar 2 gol yemiş bir kaleciyi oynatmamak zaten yanlıştır. Kalecilerin şanssız günleri olabilir, bugün onun için öyle bir gündü.


Ertan

12 Mayıs 2009 Salı

Kupayı Kim Kazanır?


Yarın 2 ezeli rakip kupada bir kez daha karşı karşıya gelicekler. Bu sezon hiç büyük maç kazanamamış Beşiktaş mı, yoksa 26 yıldır kupaya hasret kalan Fe
nerbahçe mi kazanacak? Yazarlarımız maça 36 saat kala yorumladı.



KARTAL KUPAYA YAKIN


Kupaya hasret kanarya ile ligin intikamını almak isteyen Karakartal arasındaki maç, bence 3-1 Beşiktaş lehine sonuçlanır. Aragones'li Fenerbahçe her ne kadar büyük maçları iyi oynasa da, rakibini iyi kitlese de, Beşiktaş ligde ve kupada duble yapmaya bu kadar yakınken maçı bırakmaz.


Rahat bir oyunla 3-1 alır. Maçın adamı bana göre, Yusuf Şimşek olur.


Özgür Duygu


AVANTAJ KUPA MACI OLMASINDA


Son yıllarda oynanan derbilerde açık bir şekilde görüldü ki Fenerbahçe artık derbi maçlarda Beşiktaş'a da sorun çıkartıyor. İnönü stadında oynanan son 10 lig maçının 7sini fenerbahçenin kazanması bunun en açık örneği. Ancak yarın akşam oynanacak olan kupa finali bir lig maçı değil. Geçen hafta oynanan lig maçında herkesin favori göstermesine rağmen ben maçın Fener’in istediği bir sonuçla biteceğinden emindim. Bunun nedeni stres altında oynayan Beşiktaş’ın iyi top yapamayacağını düşünmemdi. Yarın akşam ise işler biraz daha farklı, baskı altında olması muhtemel takım Fenerbahçe olacak. 20 küsur senedir kupaya uzanamamanın verdiği baskı ve bu sezonun yarattığı hayâl kırıklığını biraz olsun azaltmasını bekledikleri kupanın tek maçı. Bu veriler doğrultusunda en kötü ihtimalle Beşiktaş’ın maçı uzatmada kazanacağını düşünüyorum.


Uğur Arpalı


İSTATİSTİKLER KARTAL DİYOR


Beşiktaş, Fenerbahçe'nin kupaya uzanamadığı 26 yılda Fenerbahçe ile 8 kere eşleşip her defasında turu geçen taraf olmuş.Gerek kadro yapısı, gerekte teknik direktörü bakımından Fenerbahçe’den daha iyi olan Beşiktaş, üzerindeki baskı bakımından da maça fenerden daha rahat çıkıyor. Diğer tarafta ise, bu sene Beşiktaş'ın stresi yüksek maçlarda tel tel dökülüyor olması da bir başka faktör. Benim düşüncemse Beşiktaş'ın nihayet bu stresi kırıp, istatistikleri yanıltmayıp kupaya uzanacağı yönünde.Ayrıca 2 hafta önce alınan Fenerbahçe malubiyeti de ateşleyici olacaktır. Yükselen formu ve geniş alanlardaki etkisi ile Holosko'nun bu maçın yıldızı olacağını düşünüyorum.


Gürhan Çetinkaya


BU KUPA ARAGONES'E NASİPMİŞ...

Yıllarca çok başarılı kurulmuş kadrolarla mücadele edildi bu kupada. Haklı ya da haksız yere birçok kez kupadan uzaklaşıldı. Bir hayal olarak kaldı... Türkiye Kupası'nın bu kadar konuşulmasında çok da emeği var aslında Fenerbahçe'nin. Bu sene alındığı takdirde önümüzdeki yıl bu kadar dikkat edilen bir kupa olur mu bu tartışılır. Beşiktaş şuan hem şampiyonluk hem Türkiye Kupası yolunda son adımlarına geldi. Kadrosu bu yükü kaldırmaya elverişli değil. Futbolcular yıllardır başarıya hasret, bu yüzden baskı altındaki takım çok büyük sorunlar yaşayacaktır. Fenerbahçe ise hiç olmadığı kadar rahat. 26 senedir alınmayan bir kupa, 1 yıl daha alınmasa kimse söz söylemez; hele ki bu kadar kötü bir kadro, yönetim ve hoca triosuyla. Yalnız Fenerbahçe bu sene hiç derbi kaybetmedi. Derbilere özellikle asılan bir kadro var. Bu yüzden bence yarın akşam sevinen taraf Fenerbahçe olacaktır. Umarım bu kara tablo, kupa sonrası pembelere bürünmez...

Ertan Güneş

10 Mayıs 2009 Pazar

Scrubs Veda Ederken...


Scrubs 8 senenin ardından bu çarşamba 2 bölümlük bir finalle, izleyicilerine veda etti. Aslında 8. sezon oldukça vasattı, önceki sezonların yanına yaklaşamıyordu, buna rağmen biterken bir şeyleri aldı götürdü. Final bölümüne gelirsek, -- buradan sonrası spoiler içerebilir -- çok farklı bir scrubs bölümü değildi. Janitor'un ismi muamma olarak kalmaya devam etti, Dr. Cox J.D'ye sarılmadı ki sırf final diye sarılsaydı da olmazdı zaten.

Aslında finalin en vurucu yanı J.D'nin son perdeye yansayan fantezisiydi. Hiçbir fantezisinin bu kadar gerçek olmasını istememiş, hiçbir fantezi bize bu kadar dokunmamış, hiçbirini başka yüzlerle hayal edip aslında hayattan ne istediğimizi sorgulatmamıştı. Güzel bitti Scrubs, en iyi komedi dizilerinden biri olarak bitti, 8 senenin sonunda, herşey için teşekkürler Scrubs.

Sivasspor Neden Sevilmez?

Yıllardır 3 büyük takım taraftarları, takımları kötü duruma geldiğinde hep Trabzon veya başka bir anadolu takımı gelsin şampiyon olsun isterler. Bu sene şampiyonluk potasının dışında kalan Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarının büyük bir çoğunluğu Sivasspor yerine Beşiktaş'ın şampiyon olmasını tercih ediyorlar. Peki yıllardır süre gelen ebedi dostluk yalanı gerçek mi oldu? Yoksa eski hocaları Mustafa Denizliyi mi seviyorlar? Belkide Beşiktaş taraftarının yaratıcılığı, hadi bir senede onlar sevinsine çevirmiştir olayı.

Ancak gerçek Beşiktaş'tan değil Sivasspor'dan geliyor. Belki 1-2 kişi için olabilir ama genelde bu isteğin sebebi, geçen seneden beri gelen ve gün geçtikçe artarak giden Sivasspor antipatikliğidir.

En baştan başlamak gerekirse Sivas zaten liberal çevrelerce üzerinden atamayacağı "Sivas Katliamı" lekesiyle sevilmeyen ve sevilmeyecek bir şehir olacaktır. Ancak futbol takımı geçen senenin başında ayrı tutulmuş ve 3 büyük takımın taraftarlarına sempatik gelmeye başlamıştı. Ne olduysa bundan sonra oldu. Sivasspor'un 3 büyüklere meydan okuyan sempatik anadolu takımından, nefret edilen başarısızlığı istenen anadolu takımına dönüşü şu sebeplerle gerçekleşti:
  • En büyük sebep olarak Teknik Direktör Bülent Uygun'u saymazsak olmaz. Kendisi geçen sene ilk çıkışını Hakan Şükür'e verdiği akıl almaz "O'nu eleştirenleri hiç cumaya giderken görmedim" desteğiyle yapmış ve çoğu kişinin aklında Sivasspor'u bitirmişti. Bu sene ise iyice kendini kaybedip uçuşa geçmiş ve mantıklı her izleyiciyi kendinden nefret ettirmiştir. Son incilerinden olan ve benim favorim olan; "İstanbul'da Laila var, Sivas'ta La İlahe İllallah" açıklaması ise, gerçekten nereden irdelersek irdeliyelim, her açıdan Türkiye futbol tarihinin karşılaştığı en aptal açıklama olma konusunda bir anda zirveyi ele geçirmiştir. Ayrıca Ankaraspor maçından sonra, hakemin puan kaybıyla alakası olmamasına rağmen, hakeme dakikalarca burnununun dibinden bağırışı hâla gözümün önünden gitmemekte. Bahanesi de belli, oruçluymuş pek muhterem Bülent Uygun.
  • Bir başka sebep olarak pis, karaktersiz futbolcuları sayabiliriz. Bu oyucularında birinci sırasında kaptan Mehmet Yıldız gelir. Aslında futbolunu çok beğenirim Mehmet Yıldız'ın ama işte bunu kaldırabilecek bir mental yapısı olmaması problemi ortaya çıkaran etken. Sivasspor'un her puan kaybettiği maç sonrasında Mehmet Yıldız'ın başını çektiği Sivasspor oyuncularının çıkardığı kavgaların haddi hesabı yok. En son İBB maçı sonrası kendisini tebrik etmeye gelen Marcin Kus'a saldırışı ardından hızını alamayıp ayıranlara saldırması Sivas maçlarını takip eden kimseyi şaşırtmadı. Kendisinin harici takımda Hayrettin Yerlikaya, Musa, Abdurrahman gibi oyuncular yer alıyorki zaten Bülent Uygun mentalitesinde bir hocanın takımının (Tolunay Kafkas'ın Kayserispor'unu da alabiliriz bu örneğe) efendi bir takımı olması zaten beklenemez.
  • Bu sebepleri sayarken Mecnun Odyakmaz'ı unutmak olmaz. Federasyon'un sempatisinin bariz olduğu ve haliyle hakemlerin aleyhine pek bir karar verdiği çok görülmeyen, lehine ise verilen kararların sayısı olmayan Sivasspor'un mağdur başkanı Mecnun Odyakmaz, gene Antalyaspor'un haksız 10 kişi bırakıldığı bir maçı 1-0'la kazandıktan sonra yaptığı "Bizi Şampiyon Yapmazlar" açıklamasıyla gönüllerde taht kurdu. Dünyanın en yalan kırmızı kartıyla 10 kişi kalan Antalya'yı 88'de gelen tesadüf golle yenmeleri sonrası, hakemlere ve Federasyon'a veryansın eden Mecnun Odyakmaz, bitime 7 hafta kala lider durumda olan Sivasspor takımının başarısına mani olunacağını açıklayarak, bahanesini hazırlamış oldu.
  • Son sebep olarak rahatlıkla oynanan futbolu yazabiliriz. Yıllar sonra anadoludan bir şampiyon daha çıkacağı zaman, kamuoyu takır takır top oynayan, hakeden, önünde durulamayan bir takımın olmasını, bunu hakeden bir oyun sergilemesini bekliyor. Tabi bunu beklerken Kimse bir Barcelona olmasını beklemiyor. İlk dönem ortaya koydukları futbol kabul edilebilirdi. Ancak ikinci dönemdeki şahsiyetsiz futbol ile birilerinin iteklemesiyle, tamamen şans eseri alınan galibiyetlerle, anadoludan çıkacak şampiyona kimse sevinmeyecektir.
Anadoludan elbette bir şampiyon çıkmalı, ancak bu şekilde değil...

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Dünya'nın Bize Bıraktığı Miras - Safranbolu

Bu yazım Safranbolu, Karabük'te neler yediğimize neler yaptığımıza dair değil, bir kültür mirası olan Safranbolu üzerine olacak. Ne yaptığımızı merak edenler geyik sayfasında Öğünç'ün yazısından takip edebilirler yaşananları.


1994 yılında Unesco tarafından kültür mirası ilan edilen Safranbolu, şu an itibariyle Türkiye'nin 9. ve son kültür mirası konumunda (Hasankeyf için uğraşlar sürmekte ancak şu an itibariyle belirsiz.). 1994'ten itibaren sit alanı ilan edilen Safranbolu'da tarihsel yapıyı bozacak inşaatlara izin verilmemiş, arabaları çok zor durumlarda bırakmasına rağmen ara yollar olduğu gibi bırakılıp, değiştirilmemiş.

Evleri kıskanılacak kadar güzel Safranbolu'nun. Emekli olunca gelip burada, bir ev alıp yaşayayım dedirticek kadar güzel 20'li yaşlarındaki insanlara. Her yer yeşil; ormanı, ağacı, çayırıyla, nefes almayı zorunluluktan çıkartıp zevk haline getiren bir yer Safranbolu.


Güzel evleri ve yeşil oranının çok yüksek olmasının yanı sıra, sahip olduğu, görme şansı bulduğum diğer güzellikleri:

İncekaya Su Kemeri; Üzerinde yürümeye çalışırken adrenalini en üst düzeye çıkaran, uçurumun üzerine kurulmuş bir su kemeri. Yükseklik korkusu olmayanı bile korkutucak kadar yüksek ve ince bir alan, bir o kadar da güzel. Safranbolu'nun manzara olarak en güzel yeri.


Hıdırlık Tepesi: İçerisinde bir türbe bulunduran ve Safranbolu'nun merkezi konumundaki bu tepe üzerine yapılmış alan, en güzel şehir manzaralarının ve fotoğraflarının yakalanmasında baş rolü oynuyor, ayrıca ziyaretçiler tarafından hiç boş bırakılmıyor. Gözlemlediğim kadarıyla Safranbolu'nun en ilgi çeken yeri konumunda bulunuyor.


Hükümet Konağı: Hıdırlık tepesinden tüm heybetiyle görülebilen, şu anda müze olarak kullanılılan bu sarı konak, dışarıdan bakana veya içeride yapısını inceleyene zevk vermesine rağmen müze olarak beklentilerin çok altında kalıyor. Giriş ve üst katı bir müzenin olması gerekenden çok uzakta, 1-2 oda harici zorla doldurulmuş tadı veriyor. Alt katı ise bir korku filminden artmış buraya getirilmiş gibi duran balmumu mumyalarıyla, eski işletmelerin görünümü sağlanmaya çalışılmış, nispeten başarılı da olunmuş. Hemen yanında bulunan saat kulesi, üzerindeyken ne zaman kırılıcak acaba diye düşündüren merdivenleri ve dışarıya bakılamayan yapısıyla, dışarıdan bakmanın daha iyi olduğu başka bir tarihi yapı.


Tarihi Hapishane: Safranbolu'nun en büyük acısı, beni en üzen yeri, tarihi hapishane. Aslında tarihi hapishane kalmayalı çok olmuş, sağolsun cin fikirli bir girişimci yıllar önce mekanı restore ettirip cafe yapmış. Cafe Bişibişi ( Tarihi Hapishane) afişini gördüğümüzde eyvah sesi yükseldi grubumuzdan, ve sonrasında ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıktı. İçeri girince hapishaneye dair hiçbir şey kalmadığını görüyoruz. Hep parantez içinde yazılan isimler ve girince masalar sandalyeler. Parantez içinde kütüphane yazan yerde bulunan üzerinde koğuş ağası yazan minik maket bir ranza, hapishaneye en yakın şey olarak göze çarpıyor. Üzülüyoruz tarihi hapishaneden çıkarken, neyseki diğer yerler korunmuş diye avunuyoruz.

Bunların haricinde, tüm heybeti ve kötü işletmesiyle Cinci Han (Cincan) , huzur veren çay bahçeleri,Havuzlu Asmazlar Konağı ve nice büyüleyici konak ve evleriyle, gidilip görülmesi doyasıya sevilmesi gereken bir miras, Safranbolu.

5 Mayıs 2009 Salı

Tembel Hayvann Karabük'te

Tekrar Merhaba,

Tembel Hayvann ekibi olarak çıktığımız Karabük Gezisinden alnımızın akıyla döndük. Ekip, Gürcullah’ın da intihal yaparak belirttiği gibi Karabük’ün köklü ailelerinden Güneş ailesinin evine konuk oldu.

Gece 12’de (Bazılarımızın için 11’de) başlayan serüven, sabah 6’da Karabük’e varılmasıyla bir başka boyuta geçti. Ancak Karabük yolculuğunda atlanmayacak detaylar vardı. Bunlar sırasıyla,

• Orta kapının hemen arkasında oturmamızdan mütevellit, buzdolabıyla beraber bir yolculuk yaptık. Gürcullah ile bendeniz Öğünç ayaklarımızı uzatamadan, dizlerimizdeki pıhtılarla heyecan dolu bir 5 saat geçirdik. Ercan ise rahatlıkla uyuyordu.
• Metro Turizm’in kurallara harfiyen uymayan otobüsü sayesinde adrenalin damarlarımızdan hiç eksik olmadı.
• Ara verdiğimizde, otobüsten kendimizi atmakta bile zorlandık. Zira dizlerimizden çıkan kıtırdama sesleri, insanı uykusundan uyandırabilirdi. Ancak akabinde görülen Burger King tabelası, Tembel Hayvann ruhuna ters olarak bizi yaklaşık olarak 600 metre yürüttü. Üzücü olan ise Burger King’in kapalı olması ve yolun ortasındaki tarif edilemez kokuydu.
• Nihayet sağ salim Karabük’e indikten sonra otogarda “Salaksınız, Gerizekalısınız, Gençliğimi size verdim! “ diye bağıran bir ablanın şirket görevlisine amiyane tabirle girişmesi ve görevlinin 20 dakikalık hakaret ve üstüne tekme yemesinden sonra çıldırması ise ekstra oldu.
,
Bayağı uzun bir giriş yazısından sonra, bizi bekleyen Güneş ailesinin Babaannesi Emine Sultan ve yardımcısı Meryem Hanım’ın hazırladığı sofrada bu heyecanlı yolculuğun izlerini sildik.

Doyurucu bir kahvaltıdan sonra Karabük’ün değişilmez mobilya markası olan Güneşler Mobilya’ya konuk olduk. Burada, Ömer ve Süleyman Güneş’le Safranbolu ve çevre köyleri kısaca dinledikten sonra birer Bağlar Gazozuyla ( Yalan yok ben 3 tane içtim) bu sohbeti renklendirdik.

Artık Safranbolu için hazırdık. Bu ziyaretin görünen sebebi olan Safranbolu Evlerini incelemeye başladık, bilimum fotoğrafla yapılan bu incelemelerden sonra, kafe ve pansiyon olan bir Safranbolu Evi olan Safir’de birer keyif kahvesi içtik. Ercan’ın bize ballandıra ballandıra anlattığı Çevrikköprü öncesi son bir durağımız daha vardı. Hıdırlık Tepesi. Burada harika manzara fotoğrafları çekebilirdik ancak makinelerimizin gücü yetmedi, cinnet geçiren Ögünç “ Ercan beni teknosa’ya götür, abimin kredi kartı bende fotoğraf makinesi alıcam” diye bağırmaya başladı. Yaklaşık 10 dakika sonra içirilen Bağlar Gazozuyla sakinleştirilebilen Öğünç’ün halini gören Gürcullah ve Ercan kararı verdiler. İstikamet Çevrikköprüydü.

Çevrikköprü, Şile yolundaki piknik alanlarına benzer bir alan. Ama sadece alan olarak benzerler. Burada yenilen “ şey” et ise, ben hiç et yemedim. Bir yemek için kelimelerin kifayetsiz kalacağı hiç aklıma gelmezdi ancak burada yediklerimi anlatabileceğimi sanmıyorum, şu an o bilgeliğe sahip değilim.

Bundan dolayı Çevrikköprü’de yaşananları sadece rakamsal olarak açıklayacağım sadece;

• 2 kilo et ya da “ Şey”
• 7 tane sıcak ve orta boy pide
• 1 salata
• 1 sürahi ayran
• Sayısız çay

Bu kadar yemekten sonra ihtiyaç duyulan sodayı ise bize Mümtazlar Konağı sağladı. Ertan’ın saha dışı nedenlerden dolayı moralsiz çıktığı tavla maçında da Gürcullah’a domine olması, ikili arasında yaşanan bir ilkti. Gecenin bittiğine karar verip eve döndük. Ancak gece bitmemişti. Öğünç’ün horlamaları, Karabük’ü sallarken, Gürcullah gözyaşlarıyla Öğünç’e yastık atıyor, Öğünç gelen yastığı alıp onun üzerine yatıyordu. (tamamen yalan)

Ertesi sabah, güne dinç başlayamayan Tembelhayvann ekibi soluğu Pala Cavit veya Cahit’in yerinde alıyordu. İnanılmaz bir kahvaltı, yüzen ördekler, blbul sesli kurbağalar eşliğinde edilen kahvaltı sonrası ekibimizin vucüdundaki yağ artışı 2 günde 2 kilo civarındaydı. Bizi misafir eden Pala Cahit (Cavit) ve İzzet Bey’e teşekkürlerimizi sunarız buradan.

Bu doyurucu kahvaltı sonrası ekibe Ercan’ın kuzeni Dilara katıldı. Onun rehberliğinde gezilen bölgeler ise göz kamaştırıcıydı. Özellikle Yukarı ve Aşağı Dana köyleri inanılmaz manzaralar içeriyordu. Bu güzel manzaralar sonrası gezilen Safranbolu Çarşısında yağmura yakalanan ekibimiz, bölgenin en eski yapılarından 400 yıllık Cinci Han’a sığınıyordu. Cinci Han’da içilen kahveler şeklen harika olsa da soğukluklarıyla kalp kırıyorlardı.

Yağmur biraz azalınca acıkan ( evet gerçekten acıkan) ekibimiz soluğu Kilcioğlu Pide Salonunda aldı.1.5 porsiyon pideleri yutmakta zorlanmayan ekip, akşam yemeğini beklemeye başladı. Bu arada, akşam Öğünç’ün horlama sorununa karşın Otrivine alındı. Gürcullah’ın “ Bu gecede horlarsan sana yastık atmam, seni boğarım. “ demesi Öğünç’ü ilaç kullanmak durumunda bıraktı.

Öğünç’ün tek problemi bu değildi ancak ilerleyen saatlerde o problemi de halloldu. Cinci Han’ın tarihi atmosferinde akşam yemeğine davetli olan ekibimiz tercihlerini yöresel yemeklerden olan Tirit’ten yana kullandı. Yemeğin bir Cinci Han klasiği olarak soğuk gelmesi ve beklentileri karşılayamaması üzse de “ Bunlar var. “ denilerek Havuzlu Asmazlar konağına geçildi. Son akşamı da kahve içerek geçiren ekipte artık yorgunluk başlamıştı. Sadece yemek yiyerek yorulan bir insan güruhu olmuşlardı.

Uyuma vakti geldiğinde herkesin kafasında aynı soru vardı. Otrivine işe yarayacakmıydı? İşte sorunun cevabının vakti gelmişti. Gece hemen uyuyamayan Öğünç, hayatında aldığı en iyi nefesi alıyordu, Gürcullah mışıl mışıl uyurken, Ercan ise telefondaydı.
İlaç işe yaramış ve herkes mutluydu, herkes uykusunu alıcaktı.

Ve sabah herkes uykusunu almış, dinç bir şekilde uyanmıştı. Yine mükemmel hazırlanmış bir sofrayla karşılaşan Tembel Hayvann, gösterilen inanılmaz misafirperverlik karşısında mutlu oldu. Kahvaltıdan sonra, Karabük’e ve Safranbolu’ya veda eden ekibimiz, aynı hatayı 2.kez yapmayarak bu sefer Metro Turizm yerine Safran’la İstanbul’a dönüş yoluna geçti.Dönüş yolunda mola sırasında, İsmail’in yerine konuk olan ekip, yine et yedi. Yolculuğun başında Öğünç’ün “Bir sure et yemeyeceğim.” Iddiasına Gürcullah ve Ercan “ Yersin sen, yersin.” demeleri ikilinin vizyonunu göstermekteydi. Dakikalarla yarışarak köfteleri yiyen ekip, gereksiz heyecan halinde otobüse hızlı adımlarla yürüdü. Ancak otobüsün kalkışına daha 6 dakika vardı. İhtiyaçlarını da giderdikten sonra yola tekrar koyulan ekip, İstanbul’a vardı.

Rahat bir yolculuk sonrası evlerine,ailelerine ulaşan ekibimiz bir sonraki macera için hazırlıklara başladı.

Bu tatili bize planlayan, bizi ağırlayan Aziz Ertan Güneş’e, üç gün boyunca bize her türlü misafirperverliği gösteren başta super babaanne Emine Güneş’e, Süleyman Güneş’e, Ömer Güneş’e, rehberliğiyle Dilara Güneş’e ve akabinde tüm Karabük halkına saygılarımızı ve teşekkürlerimizi sunarız.

Tembel Hayvann ekibi adına

Özgür

3 Mayıs 2009 Pazar

Türk Futbolunda Anlam Arayışları

Bu bir “Türk Futbolu Rehberi”dir. Belkide değildir.

 

Bu blogdaki ilk yazım olduğu için biraz heyecanlıyım. Gerektiği zaman olaylara sert tepkiler verebilen yazarlarla aynı ortamda yazıyor olmak insanı yazdıkları konusunda iki kere düşünmeye teşvik ediyor.

 

İlk olarak, spor başlığı altına yazmak istediklerimi aslında bir başlık altında toplamak oldukça zor oldu. Kafamda burada tartışmak istediğim bir çok şey var ve sanırım bu yüzden bu yazım biraz parça parça olacak. Bu yüzdendir ki bu biraz Türk Futbolu Rehberi gibi olabilir, ancak tabi ki amacım yazılan konularda insanları rencide etmek ya da Hıncal Uluç ekolü gibi “ben bilirim” demek değil, yanlış anlaşılmak istemem.

 

Öncelikle bahsetmek istediğim ve beni en çok rahatsız eden şey Türk futbolundaki hakem faktörü. Yalnız benim şu anda bahsedeceğim konu maçlarda yapılan ve skora etki eden hakem hataları değil, hakemlerin futbol manteliteleri ve genel olarak verdikleri hatalı yorumlar. Kanımca Türk futbolunun avrupa takımları karşısında artık komiklik seviyesinde başarısız olmasının temel sebebinin Türk hakemleri olduğuna inanıyorum. Çok şükür ki artık internet çağında yaşıyoruz ve dünya futbolunu yakınen takip edebilme, her maçı izleyebilme şansımız var. Henüz dün bahis oynadığım Stoke City – West Ham United maçını tv vermemesine rağmen internetten canlı olarak takip edebildim. Bu sayede dünyada, özellikle Avrupa’da, futbolun nasıl oynandığını izleyerek kendi futbolumuzla bir kıyaslama yapabiliyoruz. Aslında bu kıyaslama da futbolumuzu geride görmediğimiz bir gerçek. Özellikle transfermarket.de sitenindeki futbolcu değerlerini baz alırsak futbolumuz verilen değerin üzerinde seyrediyor gibi. Ancak Avrupa Kupaları eşleşmelerinde sıkıntı çektiğimiz ortada. Bunun temel nedeninin ülkemizde sık sık hakemler tarafından kesilen ve bu yüzden Türk futbolu olarak alışamadığımız hızlı ve devam eden yani süregelen futbol anlayışı olduğunu düşünüyorum. Örnek vermem gerekirse –muhakkak sizlerde fark etmişsinizdir- yurtdışında oynanan maçlarda faul olan pozisyonda eğer top faulü kazanan takım oyuncusuna gelmişse hakem oyunu durdurmaz. Tabi ki bu Türkiye’de hiç bir zaman mümkün olmuyor. Her zaman hakemler orada olduklarını hatırlatmak istermişcesine oyunu kesiyorlar. Bu hem rakibin defansa rahat çekilmesine, hem de oyun oynamak isteyen tarafın hızlı bir şekilde paslaşarak kontra atağa çıkmasını engeller. Bu hızlı futbola alışamayan oyuncularımız, karşısında böyle oynayan takımlar karşısında her zaman sıkıntı çekeceklerdir ve maç kazanmaları gitgide daha da zorlaşacaktır. Çağın futbolunun bu ayağına alışamamızın sebebi bu saymış olduğum nedenlerden ötürü Türk hakemleridir. Bu konuyda bir başka örnek olarak off-side’a düşen futbolcunun oyunu bırakmasına ve top güvenli bir şekilde rakibe gitmesine rağmen ısrarla oyunun durdurulmasını verebiliriz.

 

Bir başka beni rahatsız eden hakem yanlışı ise ikili mücadeleler ve karşılıklı olarak ortadaki topa ayak uzatan futbolculara çalınan fauller. Oyunun akıcılığının devam ettirilmesi yanı sıra kurallar gereği bile çalınmaması gereken bir faul türüde aynı anda ayağını topa uzatan iki rakip futbolcu. Özellikle ingiltere liginde neredeyse kafa seviyesinde geçen ayaklar bile oyunu durdurmaya yetmezken bizim ligimizde ikili ayak kaldırma hemen oyunun kesilmesine neden olması bence Türk futbolunu geriye götüren sebeplerden biridir. Aynı şekilde sizlerde farkına varmışsınızdır kimi yerlerde gerçekleşen hava topu mücadeleleri kesinlikle faul kazandıracaktır. Bunun en çarpıcı örneği sanırım kaleci degajlarından sonra rakip ceza sahası önünde kafaya çıkan forvet oyuncularına sık sık çalınan faullerdir. Bilirsiniz ki bu hava topu mücadelesinden sonra Türk hakemleri defans lehine faul çalarak oyunu durduracaktır. Başka bir örnekte kenar çizgilere yakın ikili mücadelelerde kendini yere bırakan hücum oyuncularının lehine aldıkları fauller olabilir. Bunlar Türk futbolu için çok karakteristik olan ve artık çok fazla tekrarlandığı için çoğumuz için normal ve doğru karar gibi gelen kararlar. Kendi fikrimce (zaten bir blogda yazıyorsun kimin fikri olacak başkasının mı?) Türk futbolunun, Dünya futbolu karşısında kimi zaman aciz kalmasına sebep olan etmenler, basit gibi gözüken bu nevi şeyler. Sanırım bunların telafi edilmesi için hakemlerimizi genç yaştan itibaren futbolun içinde yetiştirmemiz ve onların gelişiminde eksik olan bazı “bakış açılarını” ortaya çıkartabilecek hamleler gerçekleştirmemiz gerekmektedir.

 

Hakemlerden sonra Türk futbolunda beni en çok rahatsız eden ikinci konuda altyapı konusundaki eksikliğimiz hatta tabiri caizse acizliğimiz. Yabancı liglerde genç yeteneklerin nasıl el üstünde tutulduğunu, nasıl gelişiminin sürekli izlendiğini ve nasıl üst düzey takımlarda önemli dakikalar aldığını takip etmişsinizdir. Ancak söz konusu Türk futbolu olduğu zaman genç oyuncu yetiştirmekten anladığımız tek şey ikinci ligde bir takıma ya da aynı ligde düşmemeye oynayan bir takıma kiralamak oluıyor. Bu şekilde yıldız olmuş bir oyuncu aklıma ilk etapta gelmedi. Galatasaray’dan Arda örneği akıllara gelebilir ama oda kiralık oynadığı zaman Manisaspor hatırlanacağı üzere lig başında 8’de 8 yapmış ve çok uzun süre şampiyonluk mücadelesinin içinde yer almıştı. Yani yapılan idmanlar ve oynanan maçların üst düzeyde olduğu söylenebilir. Zaten şahsi fikrim oyuncuların ikinci ligde oynayacğına hiç süre almama ihtimaline bile rağmen oynadıkları takımda (söz konusu takımlar genellikle 3 büyükler olarak tabir edilen takımlar. Diğer takımlarda mücadele eden genç arkadaşlarımız zaten imkanlar kısıtlı olduğu için önemli dakikalar alabiliyorlar ve bu şekilde çok daha rahat bir şekilde kendilerini geliştirme şansları oluyor.) kalmaları daha yerinde olacaktır. Bunun temel sebebi söz konusu takımlarda yapılan üst düzey idmanlardır. İkinci ligde oynayan bir takımda ilk 11 çıkmakla Galatasaray’da Kewell gibi Baros gibi şampiyonlar ligini kazanmış takımlarda oynamış oyuncularla birlikte idman yapmak kesinlikle aynı şey değildir. Bu oyuncuların sadece sizle konuşarak bile size ekleyebilecekleri, alt lig takımlarında bütün maçlarda oynamanıza eş değer olabilir. Tam bu esnada yurtdışında altyapıdan çıkarak yıldız olan bir kaç oyuncuyu düşünürsek bu oyuncuların genç yaşlarda yavaş yavaş kendi takımlarında süre aldıklarını ve sürekli üst düzey idmanlarda bulunarak kendilerini geliştirmeye devam ettiklerini görebiliriz. Bunun en güzel örneğide sanırım Barcelona’lı Messi ve Xavi’dir. Bu oyuncular henüz tanınmamışken ve 17 yaşındayken azda olsa maç sonlarında forma bulmuşlar ve yavaş yavaş Barcelona sisteminde kendilerine yer bulmuşlardır. Şu anda bu iki oyuncunun Dünya futbolunda nerede olduklarını söylememize gerek yok herhalde. Aynı şekilde bu senede maçların son dakikalarında oyuna giren Bojan Krkic adlı oyuncuda eminim ki yıllar sonra Dünya futbolunda kendi adından oldukça sık söz ettirecektir.

 

Oyuncu yetiştirmek tabi ki sadece idmanlarla gerçekleşmiyor. İdmanların yanı sıra mental ve fiziksel olarakta oyuncuları geliştirmek oldukça önemli. İlk olarak idman dışı denebilecek fiziksel gelişime değinmek istiyorum. Ülkemizde pek uygulanmamasına rağmen ağırlık çalışmaları vücudu çok önemli oranda geliştirir ve oyunculara farklı özellikler ekleyebilir. Bunun en güzel örneği Fenerbahçe – Arsenal maçından sonra açıklamalarda bulunan Arsenal menajeri Arsen Wenger’in ilk golü atan yıldız olmaya aday genç oyuncusu Theo Walcott için söyledikleridir. İlk golde hatırlayacağınız üzere Walcott, kaleci Volkan’ı geçerken muhteşem bir denge sağlamış ve zor pozisyonda devrilmeden topa vurabilmiştir. Bu golle ilgili bir soru soran gazeteciye Wenger “ Walcott 16 yaşında bize geldiğinde deparlarında denge problemi yaşıyordu. Bu nedenle onunla 3 sene boyunca üst beden (upper body) (yani göğüs, üst-sırt, ve triseps kasları) çalıştık. En sonunda bize galibiyetin kapılarını açan bu golde, bu 3 senelik çalışmamızın emeği var.” Diye yanıt vermişti. Sanırım bu seviyede futbol bilgisine sahip bir futbol adamına daha uzun yıllar daha rastlayamayacağız ligimizde.

 

Aynı konuda değinmek istediğim bir başka konuda gençlerimizi mental olarak hazırlayamıyor olmamız. Belli bir yeteneğe zaten oyuncular senelerce idman yaparak ulaşabiliyorlar. Ancak herhangi bir oyuncu olmakla yıldız oyuncu olmak arasındaki ince fark, 17 yaşından sonra oyuncunun gelişiminin yavaş yavaş sona ereceği 20li yaşlarına kadar geçireceği 3-4 senelik dönemdir. Malesef Türk futbolunda bu dönem oldukça verimsiz ve başı boş geçirilmekte. Halbuki bu dönem futbolcunun kendisini tanıması ve eksiklerini tespit ederek bu konuda çalışmalarını yoğunlaştırarak devam ettirmesi bakımından çok önemli bir dönemdir. Futbolumuzda ise bu dönem malesef boş geçirilmektedir. Sanırım oyuncularımızı yurtdışı piyasasına çıkaramamamızın en önemli nedeni bu dönemde genç oyuncularımızı mental olarak yeterince geliştirememiş olmamızdır. Türk futbolcularının uzaktan şut atmamasının sebebini bile ben bu dönemde oyunculara futbol mentalitesini veremememize bağlamaktayım. Bu konuyu birazda örnekler üzerinden devam ettirmek istiyorum. Galatasaraylı olduğum için bu konuda örneklerim daha çok Galatasaray üzerinden olacaktır ancak sizde eminim ki kendi tuttuğunuz takımlar için bu örnekleri çoğaltabilirsiniz. İlk iki örneğim Galatasaray’dan Sabri ve Aydın hakkında olacak. Hatırlıyorsunuzdur ki Aydın’ın ilk resmi maçı, son dakikada galibiyet golünü attığı Konyaspor deplasmanıdır. O tarihe kadar adından pek sık bahsettirmemiş bir oyuncu olan Aydın’ın kaderi o maçtan sonra oldukça değişti. Bu maçtan sonra sık sık forma şansı bulan bu 17’lik genç oyuncu, kolay adam eksilten ve iyi şut çeken bir oyuncu portresi çizmişti bizlere. Yaşınında verdiği tecrübesizlik ve güçsüzlüğü ise kabul edilebilir kusurlarıydı. Özellikle Arda’nın yükseldiği ve Manisaspor’dan geri geldiği sene söylediği “Aydın benden kesinlikle daha yetenekli ve ileride benden çok daha iyi bir oyuncu olacaktır.” sözlerinden sonra sanırım Aydın ile ilgili beklentiler daha da artmıştı. Ancak şu anda 22 yaşında olan bu genç yetenekle ilgili aynı olumlu düşüncelere sanırım hiç bir Galatasaray taraftarı sahip değil. Aydın’ın bugünlerde oynadığı futbolda az önce saydığım eksiklerin hangisi giderilmiş halde? Sanırım hiçbiri. Bunun tek suçlusu tabi ki Aydın değil ancak bilinmesi lazım ki Galatasaray gibi altyapısı kuvvetli sayılabilecek bir takımdaki her genç yetenekle tek tek uğraşılabilmeside pek mümkün görülmüyor. Burada oyuncunun iradesinin artık devreye girip yıldız oyuncu özelliklerini yansıtması gerekmektedir. Bu konuyu Galatasaray’ın eski hocası, şimdi altyapı sorumlusu olan Feldkamp’a sorulduğunda (Neden x adlı genç yetenekle ilgilenmiyorsunuz?), kurt hocada soruya “onlarca yetenekli çocuk varken sadece ona vakit ayırsam diğerlerine haksızlık olur, hepsinede vakit ayıracak zaman malesef tek bir hocanın harcı değil, onlara ancak eksiklerini göstermek konusunda yardımcı olabilmemiz mümkündür” şeklinde cevap vermişti. Sanırım buradan çıkarmamız gereken; ders hocalarının yol göstermesinden sonra artık çocuk gibi her gün hocalar nezaretinde değilde artık kendi kendinin hocası olarak oyuncuların kendilerini geliştirecek idmanlara devam etmesi gerekmektedir. Diğer konu örneğimiz Sabri’ye değinmek istiyorum. Bu seferde fizikselden ziyade mental olarak başarısız olmuş bir oyuncuyla ilgili görüşlerimi yazmak isterim. Fatih Terim’in ikinci kez Galatasaray’ın başına geçtiği o talihsiz dönemde Sabri yıldız adayı bir oyuncu olarak medyada sık sık kendine yer buluyordu. Aslında o dönemde ortaya koymuş olduğu performans gelecek için umut vermiyor demek Sabri’ye haksızlık olur. Ancak burada sorulması gereken soru 17 yaşında oynayan Sabri ile şu an 24 yaşında olan Sabri arasında ne fark var? Açıkcası pek bir fark yok. Bu oyununu 17 yaşında oynamak tabi ki gelecek için umut verir ancak bunun üzerine koyamazsan ve 24 yaşında aynı oyunu ortaya koymaya devam edersen malesef artık büyük takımlarda kendine yer bulamazsın. Burada tartışılması gereken önemli noktalardan biride Sabri’nin bu dönemde geçirmiş olduğu mental travma. Oyun içerisinde sık sık hakem ve rakip oyuncularla didişen, oyundan sık sık kopan bir oyuncu olması, zaten yetersiz olan oyununu daha da geriye götürmektedir. Bu süre zarfında oyuncuya teknik olmasada mental bir destek vermeyen Galatasaray teknik heyetide (söz konusu dönemde 4 ayrı teknik direktör görev almıştır. En son artık olgunlaştığı zamanı dikkate almadım.) bu konuda bence suçlu durumdadır.

 

Bu konuya birazda gelecek için artık yavaş yavaş umut vermemeye başlayan iki yıldız adayından bahsetmek isterim. Bu oyuncular Beşiktaş’tan Batuhan ve Trabzonspor’dan Barış Memiş. Bu iki oyuncuda yaşlarına rağmen üstün yetenekli oyuncular ancak ikiside mental olarak yaşadıkları sorunlar nedeniyle yakın zamanda takımlarında sorun çıkarmış isimlerdir. Batuhan’ı zaten medyadan bile takip edebilmek mümkün. Aynı şekilde Trabzonspor’un eski hocası Ersun Yanal istifasının ardından özel olarak bu oyuncu hakkındaki endişelerini açıklamış ve malesef beklenilen düzeye çıkamayacağına dair şüphelerini basınla paylaşmıştı. Maçlarda da izlediğim kadarıyla eski patlamaya müsait hırçın futbolu artık yavaş yavaş pasif ve oyundan kopan korkak bir futbola dönmüş. Kariyerinin bu aşamasında böyle kendini bırakması tabi ki kendisinin kadar Trabzonspor camiasının da bir takım eksiklerinden dolayı ortaya çıkmıştır.

 

Yazımın son bölümüne geldiğimde buraya kadar okuma zahmetine katlanan siz okurlara teşekkür etmek isterim. Son olarak yazıma genel bir özet yapmam gerekirse, futbolumuz çağın çok gerisinde değil, hatta değer kıyaslaması yapıldığında bazı açılardan önde bile sayılabilir. Ancak yapılması ya da düzeltilmesi gereken bir takım sorunların varlığından herkes haberdar. Benimde yapmak istediğim benim gözüme çarpan ve çoğu insanın gözüne çarpmadığını tespit ettiğim kimi şeyleri burada paylaşmaktır.

 

Bundan sonraki yazımda da eski futbolcuların yorumcu ve teknik direktör olması ile ilgili fikirlerimi paylaşmayı planlıyorum. Şu anda hem yazı yeterince uzun oldu hem de henüz Özgür arkadaşım bu konuyla ilgili yazılarını yazmışken üzerine tekrar yazmak istemedim.

 

Benimle kalın. İyi günler.



Uğur