31 Temmuz 2009 Cuma

Fenerbahçe - Honved

Uzun bir aradan sonra hem yazılarıma hem de futbola geri dönmek çok sevindirici...

Geçtiğimiz yıl futbol adına hiçbir şey izlemediğimiz Fenerbahçe'de bu sene işler değişecekti. Hasta adam "Aragones"in gönderilmesi, Aziz Yıldırım'ın verdiği 3 yıl şampiyonluk sözünü tutabilecek en iyi 2 adamdan birisi olan Daum'un getirilmesi, takıma gerçek Fenerbahçe sevgisini gösterebilecek, yıllardır Ankaraspor'da tutunmayı başaran Aykut Kocaman'ın gelmesi , takıma ayak bağı olan ve şuan oynadıkları takımlara da baktığımızda aslında Fenerbahçe'de oynamayı hiç haketmeyen futbolcuların gönderilmesi ve en en önemlisi biraz antrenmanla çok daha iyi olacağımı iddia ettiğim Maldonado ve Josico ikilisinin hızla klüp dışına itilmesi yüzlerimizi güldürdü.

Türkiye'de alınabilecek en iyi Türk futbolcu Mehmet Topuz, Ankaraspor'un genç ve yetenekli olduğu söylenen futbolcusu Özer Hurmacı, Sivasspor'un savunmasında başarılı olan Bilica, Gaziantepspor'da genç yaşına rağmen kaptanlık bandını takmış Bekir transferleriyle umutlarımız yeşerdi...

Son olarak da 2 adet Brezilyalı ile kadro şenlendi. Bir tanesi Aurelio'dan sonra öksüz kalan; Selçuk ve Deniz'le kapatılmaya çalışılmış ( diğer 2 mahlukatı saymıyorum, onlar futbolcu değildi ), Emre'nin geçen yıl harap ve bitap düşmesine neden olmuş orta sahanın göbeğine, bir tanesi de yıllardır gerçek anlamda bir yeteneğin oynamadığı sol açığa alındı.

Hiçbir hazırlık maçını izlemediğimden, dün akşam benim için heyecan vericiydi. Futbola geri dönecektim...

Kadro geçen yıla çok benziyordu. Maç başladıktan sonra Honved'in bir rakip olarak görülemeyeceği çok netti... Sonuç Fenerbahçe'nin lehine 5-1 gibi farklı bir skorla bitti...

Öncelikle beğendiğim futbolculardan bahsetmek istiyorum:

Emre : Geçen yılın sonlarında başlayan çıkışını 3 sene sonra ilk kez katıldığı hazırlık kampında da sürdürmüş ve dünkü maçta tam anlamıyla eski Emre olmuş gibiydi. Özellikle Güiza'ya attırdığı golde, sonunda birileri pres yapıyor diye sevindirdi. Bu senenin en iyi ismi olacağına eminim...

Güiza : Kalitesinden şüphemiz yoktu, çok gol kaçırdığı için eleştiriyorduk. Uyum sürecini geçen yılın sonlarında atmıştı. Yaz döneminde iyice havaya girmiş, Daum'un ona gösterdiği saygı ve inanç sayesinde dün akşam 3 gol atıp bu sene gol krallığında önemli bir yeri olabileceğini gösterdi, umarım beni mahçup etmez.

Kazım : Uğur'un yeteneksiz tutarsızlığına karşın, Kazım yetenekli bir tutarsız. Dün Gökhan Gönül'le uyumu sonucunda ortaya keyifli bir sağ kanat çıkardı. İçindeki Brezilyalı'yı tembellikle değil futbolla gösterirse, Mehmet Topuz ve Deivid ikilisi için zor bir dönem olabilir.

Gökhan Gönül : Şampiyonlar Ligi'nde yaratıığı mucizeden sonra bir düşüş yaşamıştı ama dün akşam oynadığı futbolla eski haline döndüğünü gösterdi. Özlemişiz...

Dos santos, Deivid, Cristian, Önder, Bilica, Volkan, Mehmet Topuz için çok birşey söyleyemiyorum. Maça çok fazla katkıları olamadı. Carlos'un attığı gol sonrası sakatlanması talihsizdi fakat Dos santos'la birbirlerinin boşluklarını doldurmaları sol kanatta umut verdi.

Gelelim Fenerbahçe'nin kaptanına... Yıllarca Türkiye Lig'indeki zayıf rakipler karşısında şov yapan, Avrupa'da çok varlık gösteremeyen, Dünya futbolunda artık benzer işi yapan futbolcunun pek kalmadığı, zaten yavaş ve ağır oynayan Fenerbahçe'de hiçbir zaman "e sen de koş" diyemememizden faydalanarak artık iyice koşmayan, kalitesinden şüphemizin olmadığı ama gelecekte kendini yedek kulübesinde görecek Alex de Souza...

Alex, Fenerbahçe tarihinin en önemli futbolcuları arasındadır. Yıllar önce AMC mantığının yaygın olduğu zamanlarda çok iş yapmış, Aurelio'nun köle olarak çalıştığı orta sahaya güvendiği için asla geri dönmeyen ve pres yapmayan bir yapıya sahip Alex bu sene takıma zarar verecek. Kısır döngü maçlarda veya rahat kazanılacak maçlarda Alex sahaya sürülebilir ve maçı çevirebilir, şüphesiz... Yalnız bütün takım deliler gibi koşarken, önünden top geçen Alex'in ayağını dahi uzatmaması ona verilen krediyi çabuk tüketir. Artık Alex'ten koşması beklenemez. Tarzı bu değil, bu yüzden 65-70. dakikalarda kondisyonu tükenen takımlara karşı şov yapması beklenebilir. Bu radikal kararı Daum'dan başkası da alamaz gibi gözüküyor. Umarım zarar vermeden, Alex sevgimiz sürerken bu karar alınır.

Fenerbahçe'yi takım olarak değerlendirirsek, geçen yıl başındaki hoca kadar hızlı koşabilen bir takım görüntüsünden çıkmış, Almanya futbolunun kesmediği, Köln'de biraz olsun canı sıkılmış ve ciddi hedefleri olan bir kulübe gelmesi nedeniyle hırsına hırs katmış, kendini "evimin oturma odasındayım" diyebilecek kadar Türkiye'ye hazırlamış bir Daum takımı haline gelmiş. Bir artı durum daha var ki, Daum'un yıllardır can yoldaşı olan Roland Koch (psikopatı). Artık 90+19'da bile takımın koşacağından şüphemiz yok.

Bu sene güzel bir Avrupa & Türkiye ligi macerası izleyeceğimizi umuyoruz...

Umutlar yemyeşil...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

5 Yedik 6 Yemeyiz Ama 7 Yeriz

Sivasspor dün akşam çekebileceği en iyi kurayı çekip eşleştiği Anderlecht ile ilk maçına çıktı ve şak-şakçı tayfa hariç herkesin beklediği bir skor aldı.

İddia maça handikap vermiş ve Sivasspor'un en az 2 fark yemesine 2.90'lık şahane bir oran biçmişti. Kuponum hazırlanmış maç saatini beklemeye koyulmuştum. Hazırlık maçları ölçü olmaz yalanı Trt spikerleri tarafından tekrarlanmakta diğer tarafta Sivasspor'u "Sivassporumuz" yapmışlardı bile.

Maç başladı bir tarafta Van-Et forma reklamlı Vanspor, diğer tarafta ise maçı ciddiye alan bir Real Madrid vardı. Sivasspor ileride 2 yıldır sakat olan Ersen Martin'i tek bırakmış defansif ağırlıklı bir kadroyla sahadaydı. 5. dakika sonunda Anderlecht 3. net pozisyonu harcayınca, ağzımdan keyifli bir şekilde "5 olur" kehaneti döküldü. Tabiki 5 olur derken, 5-0'dan ziyade maçın farklı biteceğine yönelikti tahminim, ama böyle de cuk oturmuş oldu.

Aslında Avrupa maçlarında FB-GS harici takımları her zaman desteklemişimdir. Hatta FB-GS'ın da kaybetmesi ya da kazanmasını maddi bir kazancım yoksa çok ilgilenmem güzel maç olmasını isterim, oynayan takımı tutan biriyle izliyorsam bende FB-GS'ı tutarım. Yani ne olursa olsun FB-GS'ı bile o kadar sevmememe rağmen Avrupa maçlarında çok tepki göstermem.

Ancak Sivasspor için bu geçerli değildi olamazdı. Sivasspor'un alacağı hezimet, Federasyon'a, Bülent Uygun'a, Sivasspor şak-şakçılarına bir ders olacaktı.

Federasyon bir takımı kollayarak, büyük takımlara kafa tutturmasının sonuçlarını bu maçtan sonra umarım anlamıştır. Türkiye'de her maç 30 tane attıkları ve hakemlerin es geçtiği tekmelerden Avrupa'da atınca, sarıyı göstermeye çekinmiyor hakemler. Aynı oyuncuya 2 kere tekme atma şansı tanınmıyor kısaca. Türkiye'de İbrahim Dağaşan'ın en az 10 tane net tekmeli maçları olmuştur.

Diğer tarafta Bülent Uygun var. Dil uzattığı Arsene Wenger'in Arsenal'i bu Anderlecht'i yakalasa 5 atar (yine burada 5-0 değil, farklı sonuç mevzu bahis). Anderlecht'te Laila'da vardır halbüki. Yeni bir Fatih Terim, Mustafa Denizli olucam hırsıyla kavrulan bu genç Teknik Direktör, akıllanmadıkça ( ki zor gözüküyor ) kötü bir Hikmet Karaman olabilir ancak (hali hazırda iyi bir Hikmet Karaman'da ne kadar iyi tartışılır).

Sivasspor şak-şak'çıları ise en bayıldığım kısım. Başka takım taraftarısın, ama lüzumsuz bir Sivas sevgisi, at gözlükleriyle inatla, Sivas'ın sürekli saygıyı hakettiğini belirtip, kayıtsız şartsız destek veren bu arkadaşlar ki medya dolu bunlarla, bu maçta özellikle sivas 7 isabetli pasının 6'sını santrada yapınca gözlüklerini çıkarmışlardır diye umuyorum.

Anadolu'dan bir şampiyon çıkması güzel olurdu, ama zorla güzellik olmadığı da ortada. İttire ittire Avrupa'ya yollanan Sivas koştura koştura geri dönüyor.

Gerçekleri görmeyi reddeden ve görenlere tepki gösterenlere, Sivasspor'u sonuna kadar itekleyen bütün kurum ve kuruluşlara attığı bu tokattan dolayı Anderlecht'e teşekkürlerimi sunuyorum.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Goal! Serisi

2005'te Goal! isimli ve futbolu konu alan bir filmin piyasaya çıktığını öğrenmemle izlemem bir oldu. Adı Goal'dü futbolla ilgiliydi, bu iki özellik filmi izlemem için yeterde artardı bile. İşte bir meksikalı çocuğun (Santiago Munez)büyümesini, sokakta keşfedilip İngiltere'de ayakta kalma savaşını vs. izletmişti kendini, süper değildi ama gidiyordu yani. Alan Shearer'ı görmek, Munez'in Newcastle adına oynaması da ayrıca artı özelliklerdi. Gavin Harris diye bir karakter vardı, onu da sevmiştik. Tek bir sorun vardı, Santiago Munez büyük bir yetenekti ama topa vurmayı bilmiyordu. Yani hayatında ilk defa film setinde topa vurduğu kesindi Munez'in. Top hep 90'a gidiyordu, ama o vuruşla gitmeyeceğini futbolu az-çok takip edenler rahatlıkla görebiliyorlardı. Neyse gene de 3 filmlik bir seri, 2. filme kadar öğrenir diye düşünüp olumlu sayılabilir düşüncelerle tamamlıyorduk ilk filmi.

2. film ise çöküşün başlangıcıydı. Munez topa vurmayı daha da unutmuş, ama 7 yaşındaki çocuktan bile daha kötü vurduğu toplar onu Real Madrid'e getirmişti. Film tam bir hüsrandı, şimdi Munez gol atar günü kurtarır dediğinde Munez atıyor, filmdeki tek sevilen karakter Gavin Harris'te atar şimdi derken o da atıyordu. Futbol filminde en olmaması gereken romantizm her yerdeydi. Munez'in ilişkisi falan, gerçekten ilerlemiyordu film. Büyük bir fiyaskoydu. Boş bir duvara bakarak daha hızlı geçebilecek bir 1.5 saat heba olmuştu.

Geliyoruz son filme. 2006 Dünya Kupasında geçen ve 2007 gibi yayınlanması düşünülen Goal III, yapımcıların "naptık biz? Yayınlanmaz bu!" demeleri sonucu uzun süre rafta kalıyor ve 2009 Haziran'ında sadece dvd'de satılmak üzere piyasaya sürülüyordu. İlk 2 filmi izlediğimden dolayı, yine boş bir vaktimde izlemeye koyuluyordum. Filmde tek sevilen adam Gavin Harris tabiki yoktu ki en ufak oyunculuk gururu olan bir insanın bu filmde oynaması pek mümkün gözükmüyordu. Santiago Munez ve İngiltere Milli Takım'ında oynayan 2 forvet (2'side yedek) Liam Adams - Charlie Braithwaite'nin hikayesini izliyorduk bu sefer. Filmin henüz başında 3'lü trafik kazası geçiriyorlar ve filmin tek olumlu olayı burada gerçekleşiyordu. Munez sakatlığı sebebiyle kadrodan çıkarılıyordu. Ama tabi ki kendisi filmden çıkmayıp, alçılı kolu ve rezalet sünnet çocuğu saçlarıyla, her yakaladığını germeye bizi baymaya devam ediyordu. Ayrıca alakasız sahnelerde, en ufak bir komiklik olmayan anlarda salak salak gülerek bizlere İke Shorumnu'yu hatırlatıyordu.

Charlie'ye gelelim, kazada beyin sarsıntısı geçiriyor, bir maçta kafasına darbe alıp sersemliyip oyundan çıkıyor, dünyayı görmüyor kendini hatırlamıyor, ama bir tane sağlık görevlisi yok adam klübede oturuyor. Sonra maç sonrası baygın buluyorlar, ölüyor adam. Öff zaten berbat seri belli ki kötü bitecek diye düşünüyoruz.

Gelelim son karakter Liam'a bu arkadaş alkolik, kendinden habersiz bir çocuğu olduğunu öğreniyor fasa fiso, yine alakasız bir sürü detay. Kimse bu filmi izleyeceklerin daha çok futbol daha az diğer olayları görmek istediğini farketmiyor. Neyse işte en yakın arkadaşı Charlie öldükten sonra 2-3 gözyaşı döküyor. İçkiyi bırakıyor ve Portekiz - İngiltere maçında yine yedek klübesinde. Rooney atılıyor 62. dakkada fuck off diye diye gidiyor kendisi. 0-0 gidiyor maç ve 118. dakikada Liam giriyor oyuna. Maç penaltılara gidiyor ve Liam'ın kaçırdığı penaltıyla eleniyor İngiltere. Evet evet yanlış okumadınız filmdeki 3 ana karakterden biri sakatlanıyor, biri ölüyor, biri takımını yakıyor. Herhalde biz battık sizde batın diye düşünülmüş film çekilirken.

Hayatımda izlediğim en kötü Trilogy bu şekilde sona ererken, suratlarda kendini belli eden bir mutsuzluk bırakıyor ve bir daha geri dönmeyecek olan 1.5 saati kaybettiriyordu. Ayrıca yazıma Spoiler ibaresi koymama sebebim, okuduklarınızın filmden alacağınız zevki azaltmayacağı ki filmden alınabilecek herhangi bir zevk yok, olurda okuyan biri, bu ne rezillik der izlemekten vazgeçer, benim için en büyük mutluluk bu olur.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Güneşin Oğlu

Geçenlerde izledimiş olduğum, hiçbir mâna veremediğim fragmanın verdiği merak ve yapacak daha iyi bir şeyimin olmaması dolayısıyla Güneşin Oğlunu izlemeye karar verdim. Haluk Bilginer faktörü de bu kararımda etkili oldu. Film "Bu film gerçek bir hikayeden alınmıştır" türevinden bir yazıyla başladı ki, buna sonra değinicem.

Filmin konusu aşağı yukarı şu; 50'li yıllarda olmuş bir güneş tutulması sırasında doğan insanlar ki 8 kişiymiş 6'sı kalmış, bunlar güneşin oğlu oluyorlarmış, veya kızı. Neyse işte bu 6 kişinin sanırım 2006'da gerçekleşen güneş tutulması sonrası ruhları serbest kalıyor ve çevrede ilk ölen kişiye girmeye başlıyor. O ona giriyor, o ordan çıkıyor, kimin eli kimin.. muhabbetine dönüyor film. Tabi bu sırada hiçbir mantığa sığmayan ve 3-5 dakika açıklamaya uğraşarak bir sonuca ulaşamadıkları çıkarımlar bulup onlara göre hareket etmeyi de ihmal etmiyorlar. Ancak genelde çok kurcalamamakta, ciddiye almamakta fayda var. Bu arada hikayenin gerçek bir olaydan nasıl alındığı da meçhul, deliler koğuşundaki Muhittin'in gerçek hikayesi. Neyse gerçek hayattan alınmış filmimizin sonunda da bir ara "çilli bom bom bom" söyleyen firavun mumyasına tanıklık ediyoruz.

Aslında film kendini izlettiriyor, yani genelde Türk filmlerinde olmayan akıcılık mevcut en azından. "Öff lanet film bitsin artık" demiyorsunuz ancak tabi ki hayatınızı sorgulayan 10'larca şey kafanızdan geçiyor. Neden yapıldığı belli olmayan, pek bir anlamı olmayan, lüzumsuz ama akıcı bir film.


Bu da merak eden olursa diye fragmanı:

10 Temmuz 2009 Cuma

2009/10 sezonu Beşiktaş Transfer Değerlendirmesi

Yıllardan sonra gelen şampiyonluk ve Şampiyonlar Ligi'ne direk katılınıyor olması, bu senenin transfer dönemini Beşiktaş adına daha da kritik bir hale getirdi. İlk olarak sırasıyla gelen oyunculara bakarsak;

Micheal Fink: Beşiktaş'ın en önemli transferi. En önemli derken, bonservissiz, süper adam manasında değil, eğer kötü çıkarsa Beşiktaş'ın gelecek sene tepetaklak gitmesine sebebiyet verecek oyuncudur. Ernst'in partneri olarak Ernst'in tavsiyesiyle alındı, ancak bu ülke Maldonado'yu öneren Alex'i de gördü. Fink hakkında çoğu Türk izleyicisi gibi hiçbir fikrim yok, yıllar önce İlker Yasin "hem penaltı hem gol" diye destan yazarken, çizgide golü engelleyemeyen ancak penaltı da yapan oyuncu Micheal Fink'ti. Ernst'in yanında Fink'in oynayamaması durumunda, mevcut kadroda oynayabilecek 2 oyuncu var. Sivok - İnceman ikilisi geçen sene görüldüğü gibi yeterli olamıyorlar. Almanya'da orta halli takımlarda oynamış ve çok başarılı olmayan kariyeriyle göze batmayan Fink'in performansını zaman gösterecek, tek umudum Mustafa Denizli'nin Ertuğrul Sağlam'dan sonra abuk subuk oyuncu alma hobisini sona erdirmiş olması..

Erhan Güven: Ankaraspor'dan Aydın Karabulut karşılığı alınan sağ bek. Yıllardır Türkiye ligini takip ederim, bir sürü maç izlerim, ne adını duydum ne de kendisini gördüm. Heralde kadro derinliği açısından uygun görüldü alındı. Sanmıyorum ki ilk 11'de çok fazla görev alsın.

İsmail Köybaşı: İbrahim Üzülmez Beşiktaş'ın sol bekinde oynamaya başladığı zaman, eski açık dutluktu. Dut ağaçları vardı orada, gider dut yerdik. İşte o kadar oldu Delinho geleli. Çok özverili, çok çalışkan, çok istekli, ama yeter artık bıktık. Rakibini çekip kendini yere atan, ara sıra dalıp giden, %3 ile isabetli orta yapan Delinho yerini birine devretmeliydi artık. İsmail ise bu sene Antep'in büyük takımlarla maçlarında izlediğim, hayran olduğum bir genç yetenek. İlk günden beri alınmasını istediğim İsmail'in uzun yıllar Beşiktaş sol bekine ambargo koyacağını umuyorum. Ancak 5.5 milyon euro + Serdar Kurtuluş bedeli ile Gaziantepspor'un yüzünü Ayhan Akman transferi sonrası bir kez daha güldürdük.

Rıdvan Şimşek: Geçen sene Karşıyaka ile Bank Asya 1. Ligi'nin en iyi genç oyuncusu seçilmiş. 500.000 euro gibi bir bedele alındı. İyi çıkar, kendini de geliştirebilirse, ileride 5.5 milyon euro + Serdar Kurtuluş vermemiş oluruz en azından. Ligin çeşitli dönemlerinde forma giyeceğini umuyorum.

Nihat Kahveci: Onursal Başkan Süleyman Seba'nın "Onun yuvaya dönmesi, benim 83 yıllık hayatımın en mutlu günü oldu." söylemi bir Beşiktaşlı için herşeyi açıklıyor. Nihat altyapıdan yetişmiş A takımda görev almış ve bonservis bedeliyle Avrupa'ya yollanmış bir oyuncu. Türkiye'nin en büyük golcüsü olarak gösterilen Hakan Şükür, Avrupa'da her gittiği klüpten kovulurken, Nihat gol krallıkları kovaladı Avrupa'da. Geçen seneyi sakat geçirmiş olabilir ancak sakat geçirmeseydi zaten Beşiktaş'a dönemezdi. Geçen sene takımda yaşanan en büyük sıkıntı lider eksikliğiydi, Nihat'ın kişiliği, tecrübesi ile bu sene bunun aşılacağını düşünüyorum. Ayrıca Sergen Yalçın'dan sonra nihayet formanın sırtına ismi yazılacak birinin geldiğine inanıyorum.

Matteo Ferrari: Çok fazla tanımıyorum ancak geçen sene büyük sükse yapan Şampiyonlar Ligi'ni son anda avarajla kaçırmış, Genoa'da 33 maç ilk 11 oynamış, İtalya milli takımında 11 kere çıkmış bir tahta Beşiktaş'ta rahatlıkla oynar, o yüzden Ferrari'de oynar heralde. Hem kendisi Aida Yespica ile tanışmamıza aracı olduğundan dolayı, sempatimi de kazandı daha oynamadan.



Tabi madalyonun bir de öteki yüzü var. Takımdan ayrılanlara ve gönderilenlere de ayrıca bakmak lazım.


Aydın Karabulut: Daha 18 yaşındaydı, garsoniyeri basıldı. Çok yetenekliydi, oynamaya da başladı, çok şey bekliyorduk ama işte gece hayatı, Teknik Direktör'e çekilen gereksiz restler sonunu getirdi. Ankaraspor'a takasta kullanıldı.

Gökhan Zan: Kiradan döndüğü ilk sene çok iyiydi, Arsenal istiyordu. Yıllar geçtikçe futbolu geriledi, kendisi camsı bir yapı aldı. Rakip takımın dizine attığı tekme sonrası kapattığı Avrupa Şampiyonasında şaha kalktık, çok az maç oynadığı bir sezon 2 kupa aldık. Oynadığı her maç hata yapmasa bile biz yapıcak diye hop oturup hop kalktık. Sözleşmeyi yenilemeyi mi unuttu klüp yoksa yenilemek mi istemedi bilemiyorum ama beceriksizlik yaptılarsa eğer hep böyle yapsınlar. Galatasaray'a hayırlı olsun.

Serdar Kurtuluş: Geldiğinde sağ bek diye geldi. Tigana orta sahada oynattı. Her geçen gün iyiye gidiyordu, milli takıma seçildi. Eksiklerini kapıyordu ve heyecanla gelişmini izliyorduk. Ardından Ertuğrul geldi, Serdar'ı sağ beke koydu. Serdar her geçen gün hantallaştı, daha da fena oynamaya başladı. Mustafa Denizli, Kayseri maçında yedirdiği gol sonrası, bir daha forma vermedi. İsmail'e meze olarak Antep'e gitti.

Edouard Cissé: Geldiğinden beri pek bir top oynamadı. Sadece gideceği yerine Fink geliceği belli olduktan sonra kıllığına orta alanda çok iyi işler yaptı. Harici kibar bir Fransız edasında etliye sütlüye karışmadan gezmesiyle akıllarda kaldı. Marsilya'ya gitmiş, Fink elde patlamazsa kimse özlemez.

Tomas Zapatocny: Hazırlık maçlarının ve ilk haftaların yıldızıydı. Metalist Kharkiv maçında yedirdiği 2 golle açılışı yaptı. Ara sıra dalıp gitmeleriyle yedirdikleri oldu. Ancak Veysel Cihan sağından atıp solundan geçinceye kadar bu sene takımda tutulacağı düşünülüyordu. Veysel yaktı Zapo'yu.

Gordon Schindelfeld: 10 yıllık sözleşme yaptığımızdan gene kiralamışız. Futbolu bıraktıktan sonra tecrübesiyle Rent-A-Car işletmecisi olarak göz dolduracaktır.


Benim futbol anlayışıma göre gelen-gidenlere bakılınca takımın güçlendiği gözüküyor. Alınacağı söylenen bir gurbetçi oyuncu ( Veli Kavlak - Ümit Korkmaz isimleri geçiyor) ve sözleşmesi dondurulacağı söylenen çakma kaptan Delgado'nun yerine alınacak bir adam (300 trilyon euro'ya Tabata'yı almayız inşallah) ile Beşiktaş'ın bu sene oldukça iddalı olacağını düşünüyorum.