30 Eylül 2009 Çarşamba

Dört Mevsim Yaz Aşkım


Bazı aşklar yazın başlar ama yazın bitmez. Adı yaz aşkı olsa da ömür boyu sürer. İşte bu aşklar hiç bitmeyenlerden.

"Her zaman mutlu olabilmeyi başarıyoruz"
SG (22) Öğrenci & UA (22), Öğrenci

Yaz sıcaklarının hissedildiği bir günde UA, liseden bir arkadaşıyla Ortaköy'de bir kafede oturuyor. Tesadüfen UA'nın arkadaşının sevgilisi ve SG de yanlarına geliyor. "SG çok hoş görünüyordu. Çok arkadaş canlısı, çok sempatikti. Ondan etkilenmemek mümkün değildi" diyor UA. SG'e arkadaşı daha önce UA'dan bahsetmiş "Çok komik, çok konuşkan ve çok şanslı. Hatta arkadaşları arasında tavla tanrısının hiç yalnız bırakmadığı kul olarak görülüyor. Biliyorum, sen bıyıklı erkekleri sevmezsin ama inanamazsın bıyık bile yakışmış" diyor. Arkadaşından duyduğu pozitif sözler üzerine ona daha cana yakın davranan SG, UA'la tavla oynamaya başlıyor.

Aslında SG ilk tanıştığı insanların yanında kendisini genellikle yabancı hisseder ve samimi davranamazmış. "O gün UA'yı daha önce tanıyormuşçasına rahat davrandım" diyor. SG o gün tavlada kaybedince UA "Boş ver, sen kazanabilirdin. Ben sadece çok şanslıydım" deyince, SG'in kalbini kazanıyor işte. Ertesi gün SG ve UA arkadaşlarıyla birlikte yeniden bir araya gelmiş. SG'in anne ve babası tesadüfen Ortaköy'de olunca, SG'in yanına gelmişler. SG "Hadi UA babamla tavla oynasana" deyince, UA'un arkadaşları babasına "Tavlayı alırız, kızı da alır gideriz" diyerek şaka yapmışlar. Arkadaşlarının desteğini arkasına aldığı halde UA, o gün Sinem'in babasına yenilmiş. Uğur "Tavlada kaybettim ama bir kalp kazandım" diyor.

Eve gittiklerinde SG'in babası "UA'la ne iş? Hoşlanıyor musunuz birbirinizden?" diye sormuş. SG hemen atlayıp "Hadi ya, sence o da benden hoşlanıyor mu?" deyince, istemeden olayın boyutu ortaya çıkıyor. Birkaç gün sonra Sinem'in yakın arkadaşı, Uğur'a tavlada yenilince kendi evinde elleriyle rakı sofrası hazırlamak zorunda kalmış. Hatta Sinem iddia masası için birkaç meze bile hazırlamış. O gece SG ve UA'un arasında keyifli bir sohbet başlamış, kız arkadaşıyla problem yaşayan SG, UA'a içini dökmüş. İki gün sonra SG ve UA sevgili olmuşlar.

SG "Düşünce yapılarımızın aynı olması beni UA'a yakınlaştırdı. O gece yeri geldiğinde bir sorunumla ilgili ona danışabileceğimi bana hissettirdi. Tabii zaman içinde bu hislerimin doğru olduğunu görebilmem, bizi daha da yakınlaştırdı. Ama artık sevgimizin ve kurduğumuz hayallerin bizi birbirimize yakınlaştırdığını düşünüyorum" diyor. UA ise "SG'le her zaman mutluyum, mutlu olmam için ekstra bir şey yapmama gerek kalmıyor. Onunla sahil kenarında yürümek, nargile içmek ve bir şeyler konuşmak her zaman çok keyifli oluyor. Her zaman yapamasak da birlikte tatile çıkmayı çok seviyoruz" diyor. Evlendikten sonra hayatlarının değişeceğini düşünmeyen çift, Venedik'te evlenmeyi düşünüyor.



--- Bu yazının sitemizde yayınlanması sonrası, UA bize google talk yoluyla ulaştı, yazıdan sonra insan içine çıkamadığını, isminin baş harfleriyle değiştirilmesi talebinde bulundu. Bizde kabul ettik. Baş harflerle yayınladık, tavlada yenilen ama bir dost kazanan UA'nın hatrına. ---



Bu yazıyı bizden yıllarca saklayan çok değerli arkadaşımızın kulaklarını çınlatırken, yazının fotoğraflarını bulabilmeyi umut ediyoruz.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Son zamanlarda o kadar şey birikti ki, kısa kısa hepsine değinmeye karar verdim.

Denenmekte olan yeni hakem sistemi:

Galatasaray'ın uefa kupası maçında ilk defa izlediğim bu sistemi çok başarılı buldum. özellikle maç sırasında 2-3 tane penaltı bekleyen oyuncu vardı, hakemler ise gönül rahatlığıyla devam ettirdi. Hakemin arkadan görebileceği pozisyonlarda önden 2 adet göz çok faydalı olacaktır, futbolu daha da ileriye taşıyacaktır bu uygulama. Ancak tabiki Türkiye'de yardımcı orta ve yeni yardımcı hakem, tahminen 3 maymunu oynama konusunda tereddüt etmeyeceklerdir.

Büyüklerin Transferleri:

Seneye üç büyük takımda milyon eurolar saçarak girdi. Beşiktaş ve Fenerbahçe harcadıkları paralarla çok daha iyi oyuncular alması gerekirken, Galatasaray ise verdiği paraya alabileceği oyuncuların fazlasını aldı, kıskandırdı.

Kaypak Medya:

Perşembe sabahı Twente'ye 5 atması garanti olan, Uefa finalinde Galatasaray ile eşleşmemesi mucize olacak olan Fenerbahçe, akşam Twente'ye yenilince, skor yazarları koştur koştur canlı yayınlara fırladılar. Fenerbahçe bir anda ligimizin takımı ilan edildi, yeni transferler ve Daum eleştirildi, yerden yere vuruldu. 2-3 hafta sonra Fenerbahçe Sheriff'i 7-0 yendiğinde Daum'u tekrar dahi ilan etmeyeceklerini, Christian'ın Aurelio'dan daha iyi bir oyuncu olduğunu, Fenerbahçe'nin kupanın en büyük favorisi olduğunu söylemeyeceklerini düşünen kalmış mıdır acaba?

Spikerin Taraf Tutmasının Cılkının Çıkması:

Beşiktaş - Manchester United maçında spiker, "şaşırdılar, ne yapacaklarını bilemiyorlar, Beşiktaş bitirdi Manchester'ı" gibi cümleler kurmaktan alıkoyamadı kendini, halbüki bizde aynı maçı izliyorduk. Galatasaray - Panathinaikos maçında Elano'nun dandirik frikiği birinin ayağına çarpıp içeriye girince spiker; "Elano'ya sadece 2 kişiyle baraj kurmanın yetmeyeceğini bilmeleri gerekirdi" buyurdu, ve malesef söylediği en salak şey bu değildi. Bu durum Milli takımın basketbol maçlarıyla beraber iyice sinir bozucu bir hâl aldı. Adamlar bütün maç boyunca, Türkiye lehine verilmeyen veya rakip takım lehine verilen her karara itiraz ettiler. Kayıp düşen oyuncumuza "Faul olması lazım" rakip oyuncunun yüzüne tokat atıp faul olan oyuncumuza "Çok ağır bir karar" deyicek kadar şuursuz adamlar, bütün maç zevkinin içine etmeyi başardılar.

İddaa'da Oranların Gelişimi:

Kaz Türk halkının karşısına çıkan iddaa'da Alt-Üst oranlarının son 1 yılda gelişimine bakalım.: 1.70-1.70 olarak başladı ilk olarak bu oranlar. 2 tarafa eşit bahis yapıldığında ve tek maç oynandığında, (buna müsade edilmiyor, zorla kombo yaptırılıp bu oran daha da düşürülüyor) %15 iddaa'nın kârı idi. Sonra bir bahar günü, insafa gelip bu kadarda olmaz çocuklar denilerek 1.75'e 1.75'e getirildi oran. Yani iddaa'nın kârı %12.5'a indi ve biz mutluyduk bundan, 0.05 çok önemli birşeydi bizim için, gelecek için bir umuttu, yavaş yavaş toparlanacaktı iddaa, daha mantıklı bir oyun olacaktı. Tabiki bu sadece 1-2 hafta sürdü. Haftada 10 milyar dolar yerine 9.89 milyar dolar kazanmaya başlayan iddaa önce 1.75'e 1.70'e, ardından 1.70'e 1.70'e ve de en son olarak bu sene 1.70'e 1.65'e düşürdü. Avrupada en dandik yerde 1.90'a 1.90 olan oranın Türkiye'deki yansıması bu şekilde. Türk Telekom'a nasıl 14 lira sabit ücret ödüyorsak konuşmasak bile, İddaa'da da normalde kazanabileceğimiz paranın ancak %45'ini kazanmayı hakediyoruz.

9 Eylül 2009 Çarşamba

İstanbul'da Sel

Genel tabloya bakmak gerekirse; İstanbul son 80 yılda aldığı en şiddetli yağışı almış, birçok bölge sular altında kalmış, bu bölgelerden birinde yer alan vodafone altyapısı çökmüş, ikitelli'deki gümrük deposunda milyonlorca dolarlık mal işlevini yitirmiş ve an itibariyle 17 kişi hayatını kaybetmiş bulunmakta. Durum bu, vahim bir tablo, her yerden gelen sel haberlerinin, ölüm haberlerinin ardı arkası kesilmiyor.


Bu sırada konuyla doğrudan alakalı olan, büyüklerimizin açıklamalarını gözden geçirmekte fayda var. Sayın başkabakan en son "Stresten içiliyor olsaydı ben de içerdim hatta her akşam bir iki tek de yuvarlardım" açıklamasında bulunuyor. Millet burda evinde boğuluyor, adam halâ neyin peşinde. Neyse diğer tarafta olayla en doğrudan ilgili olan Kadir Topbaş'ın açıklamalarına takılıyoruz. "Bu tablo İstanbul'lunun tedbirsizliğinin sonucudur." diye buyuruyor sayın Topbaş. Dere yataklarına, havzalara yapılan yerleşimlere, 3-5 çorba parasına göz yuman, buralara tapu, izin-ruhsat veren, sen ve senin gibilerin 15 yıldır yönettiği İstanbul'da sizin suçunuz yokta bu yapıları 3-5 çorba parasına iznini alıp yapan vatandaşın mı suç? Şu durumda haysiyetli herhangi biri istifa etmeyi düşünürken, bizim başkan düşünmeyi bırakmış, sağa sola fırça kaymakla meşgul.

Asıl geçen seçimlerde Kılıçdaroğlu seçimi kazansaydı, bugün "Onlar geldi böyle oldu" açıklamalarını yapmayacaklarını kim düşünebilir ki. Vakit, zaman, sabah, atv, kanal 7, stv ve diğerleri, fütürsuzca saldırmaz mıydı? Şimdi ise vatandaşı suçluyorlardır, Topbaş'ı felaketin büyümesini engellediği için baştacı yapmışlardır kendi örümcek ağlarla dolanmış dünyalarında.

6 Eylül 2009 Pazar

Championship Manager 2010

Efsane Cm serisi Eidos-Sigames ayrılığı sonrası unutulup gitmişti. Eidos'un CM'si rezil 2 oyundan sonra 2009 versiyonunu çıkarma gereği bile duymamış, diğer tarafta Sigames FM serisiyle almış başını gitmişti.

Bunun üzerine Eidos bu sene farklı bir strateji uygulamaya koymuş görünüyor. 11 eylülde çıkacak olan Championship Manager 2010 sitesinde, 2.5 euro + gönlünden kopan miktar (gönlünden miktar kopmasa da oluyor. sadece 2.5 euro verilerek) olarak belirlemiş olduğu fiyatıyla alıcı bekliyor. 10 Eylül'e kadar olan bu kampanya sonrasında devam eder mi bilinmez ama 10'una kadar bu parayı ödeyecek olanlar, Muzaffer abi fiyatıyla Türkçe dil desteğine sahip bir oyuna orjinal kavuşmuş olacaklar.

Oyun'un Teknik Gereksinimleri:

* İşlemci: Intel 3GHz P4 yada Çift Çekirdek Intel / AMD eşdeğeri
* Ram: 1GB
* Ekran Kartı: DirectX 9 uyumlu. 128Mb nVidia FX 5600, ATi Radeon 9800 yada eşdeğeri
* Ses Kartı: DirectX 9.0c uyumlu
* İşletim Sistemi: XP SP2/Vista
* Boş Hard Disk Alanı: 3GB. CM Sezonu "Canlı" için ilave alan gerecektir.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Adını Vermek İstemeyen Bir Salak

Bügün gazeteleri gezerken, kontör dolandırıcılığı haberlerinden birinde buldum kendimi. Haberde ilgimi çeken kısmı olduğu gibi yayınlıyorum;

"Pepsi dolandırıcılarının" tuzağına düşen adını vermek istemeyen bir vatandaş, yaşadıklarını şöyle anlattı: "Bir gün telefonuma gelen bir mesajda Pepsi'den 10 bin TL kazandığım, verilen numarayı ararsam paranın hesabıma yatacağı yazıyordu. Oysa ben kampanyaya bile katılmamıştım. Numarayı aradım, karşıma çıkan kişiye durumu anlattım. O da bana 'Bu fırsatı kaçırmayın, fırsat ayağınıza geldi' diyerek, nüfus bilgilerimi okumaya başladı. 'Şimdi İş Bankası'na sizin adınıza bir hesap açıyorum. Söyleyeceğim numaraya 250 kontör yükleyin, paranıza ulaşın' dedi. Kontörü yolladım. Sonra daha fazla kontöre ihtiyaç olduğunu, alacağım paraya bu kontör masrafının da ekleneceğini söylediler. Böylelikle tam 43 adet 250'lik kontör yolladım. Ancak ne para alabildim ne de bir daha dolandırıcılara ulaşabildim. Polise başvurdum, yakalanmalarını istiyorum."

Adını vermek istemeyen vatandaş sağolsun beni çok güldürdü. Açıkçası pek de haksız değil adını vermeme konusunda. Bu vatandaşa naçizane 5 sorum olacak.

1- Hiç mi gazete okumuyorsun haber izlemiyorsun?
2- Kaçıncı kontörü yollarken işkillenmeye başladın?
3- 43 tane kontörü kazırken parmakların gri olmadı mı?
4- 43 kontörü tek tek kazıyıp yollamaya üşenmedin mi?
5- Polise hangi yüzle başvurdun?

Bunu da dolandırıcılık olarak haber yapan medyayı kınıyorum, bu dolandırıcılık değil salaklıktır.

31 Temmuz 2009 Cuma

Fenerbahçe - Honved

Uzun bir aradan sonra hem yazılarıma hem de futbola geri dönmek çok sevindirici...

Geçtiğimiz yıl futbol adına hiçbir şey izlemediğimiz Fenerbahçe'de bu sene işler değişecekti. Hasta adam "Aragones"in gönderilmesi, Aziz Yıldırım'ın verdiği 3 yıl şampiyonluk sözünü tutabilecek en iyi 2 adamdan birisi olan Daum'un getirilmesi, takıma gerçek Fenerbahçe sevgisini gösterebilecek, yıllardır Ankaraspor'da tutunmayı başaran Aykut Kocaman'ın gelmesi , takıma ayak bağı olan ve şuan oynadıkları takımlara da baktığımızda aslında Fenerbahçe'de oynamayı hiç haketmeyen futbolcuların gönderilmesi ve en en önemlisi biraz antrenmanla çok daha iyi olacağımı iddia ettiğim Maldonado ve Josico ikilisinin hızla klüp dışına itilmesi yüzlerimizi güldürdü.

Türkiye'de alınabilecek en iyi Türk futbolcu Mehmet Topuz, Ankaraspor'un genç ve yetenekli olduğu söylenen futbolcusu Özer Hurmacı, Sivasspor'un savunmasında başarılı olan Bilica, Gaziantepspor'da genç yaşına rağmen kaptanlık bandını takmış Bekir transferleriyle umutlarımız yeşerdi...

Son olarak da 2 adet Brezilyalı ile kadro şenlendi. Bir tanesi Aurelio'dan sonra öksüz kalan; Selçuk ve Deniz'le kapatılmaya çalışılmış ( diğer 2 mahlukatı saymıyorum, onlar futbolcu değildi ), Emre'nin geçen yıl harap ve bitap düşmesine neden olmuş orta sahanın göbeğine, bir tanesi de yıllardır gerçek anlamda bir yeteneğin oynamadığı sol açığa alındı.

Hiçbir hazırlık maçını izlemediğimden, dün akşam benim için heyecan vericiydi. Futbola geri dönecektim...

Kadro geçen yıla çok benziyordu. Maç başladıktan sonra Honved'in bir rakip olarak görülemeyeceği çok netti... Sonuç Fenerbahçe'nin lehine 5-1 gibi farklı bir skorla bitti...

Öncelikle beğendiğim futbolculardan bahsetmek istiyorum:

Emre : Geçen yılın sonlarında başlayan çıkışını 3 sene sonra ilk kez katıldığı hazırlık kampında da sürdürmüş ve dünkü maçta tam anlamıyla eski Emre olmuş gibiydi. Özellikle Güiza'ya attırdığı golde, sonunda birileri pres yapıyor diye sevindirdi. Bu senenin en iyi ismi olacağına eminim...

Güiza : Kalitesinden şüphemiz yoktu, çok gol kaçırdığı için eleştiriyorduk. Uyum sürecini geçen yılın sonlarında atmıştı. Yaz döneminde iyice havaya girmiş, Daum'un ona gösterdiği saygı ve inanç sayesinde dün akşam 3 gol atıp bu sene gol krallığında önemli bir yeri olabileceğini gösterdi, umarım beni mahçup etmez.

Kazım : Uğur'un yeteneksiz tutarsızlığına karşın, Kazım yetenekli bir tutarsız. Dün Gökhan Gönül'le uyumu sonucunda ortaya keyifli bir sağ kanat çıkardı. İçindeki Brezilyalı'yı tembellikle değil futbolla gösterirse, Mehmet Topuz ve Deivid ikilisi için zor bir dönem olabilir.

Gökhan Gönül : Şampiyonlar Ligi'nde yaratıığı mucizeden sonra bir düşüş yaşamıştı ama dün akşam oynadığı futbolla eski haline döndüğünü gösterdi. Özlemişiz...

Dos santos, Deivid, Cristian, Önder, Bilica, Volkan, Mehmet Topuz için çok birşey söyleyemiyorum. Maça çok fazla katkıları olamadı. Carlos'un attığı gol sonrası sakatlanması talihsizdi fakat Dos santos'la birbirlerinin boşluklarını doldurmaları sol kanatta umut verdi.

Gelelim Fenerbahçe'nin kaptanına... Yıllarca Türkiye Lig'indeki zayıf rakipler karşısında şov yapan, Avrupa'da çok varlık gösteremeyen, Dünya futbolunda artık benzer işi yapan futbolcunun pek kalmadığı, zaten yavaş ve ağır oynayan Fenerbahçe'de hiçbir zaman "e sen de koş" diyemememizden faydalanarak artık iyice koşmayan, kalitesinden şüphemizin olmadığı ama gelecekte kendini yedek kulübesinde görecek Alex de Souza...

Alex, Fenerbahçe tarihinin en önemli futbolcuları arasındadır. Yıllar önce AMC mantığının yaygın olduğu zamanlarda çok iş yapmış, Aurelio'nun köle olarak çalıştığı orta sahaya güvendiği için asla geri dönmeyen ve pres yapmayan bir yapıya sahip Alex bu sene takıma zarar verecek. Kısır döngü maçlarda veya rahat kazanılacak maçlarda Alex sahaya sürülebilir ve maçı çevirebilir, şüphesiz... Yalnız bütün takım deliler gibi koşarken, önünden top geçen Alex'in ayağını dahi uzatmaması ona verilen krediyi çabuk tüketir. Artık Alex'ten koşması beklenemez. Tarzı bu değil, bu yüzden 65-70. dakikalarda kondisyonu tükenen takımlara karşı şov yapması beklenebilir. Bu radikal kararı Daum'dan başkası da alamaz gibi gözüküyor. Umarım zarar vermeden, Alex sevgimiz sürerken bu karar alınır.

Fenerbahçe'yi takım olarak değerlendirirsek, geçen yıl başındaki hoca kadar hızlı koşabilen bir takım görüntüsünden çıkmış, Almanya futbolunun kesmediği, Köln'de biraz olsun canı sıkılmış ve ciddi hedefleri olan bir kulübe gelmesi nedeniyle hırsına hırs katmış, kendini "evimin oturma odasındayım" diyebilecek kadar Türkiye'ye hazırlamış bir Daum takımı haline gelmiş. Bir artı durum daha var ki, Daum'un yıllardır can yoldaşı olan Roland Koch (psikopatı). Artık 90+19'da bile takımın koşacağından şüphemiz yok.

Bu sene güzel bir Avrupa & Türkiye ligi macerası izleyeceğimizi umuyoruz...

Umutlar yemyeşil...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

5 Yedik 6 Yemeyiz Ama 7 Yeriz

Sivasspor dün akşam çekebileceği en iyi kurayı çekip eşleştiği Anderlecht ile ilk maçına çıktı ve şak-şakçı tayfa hariç herkesin beklediği bir skor aldı.

İddia maça handikap vermiş ve Sivasspor'un en az 2 fark yemesine 2.90'lık şahane bir oran biçmişti. Kuponum hazırlanmış maç saatini beklemeye koyulmuştum. Hazırlık maçları ölçü olmaz yalanı Trt spikerleri tarafından tekrarlanmakta diğer tarafta Sivasspor'u "Sivassporumuz" yapmışlardı bile.

Maç başladı bir tarafta Van-Et forma reklamlı Vanspor, diğer tarafta ise maçı ciddiye alan bir Real Madrid vardı. Sivasspor ileride 2 yıldır sakat olan Ersen Martin'i tek bırakmış defansif ağırlıklı bir kadroyla sahadaydı. 5. dakika sonunda Anderlecht 3. net pozisyonu harcayınca, ağzımdan keyifli bir şekilde "5 olur" kehaneti döküldü. Tabiki 5 olur derken, 5-0'dan ziyade maçın farklı biteceğine yönelikti tahminim, ama böyle de cuk oturmuş oldu.

Aslında Avrupa maçlarında FB-GS harici takımları her zaman desteklemişimdir. Hatta FB-GS'ın da kaybetmesi ya da kazanmasını maddi bir kazancım yoksa çok ilgilenmem güzel maç olmasını isterim, oynayan takımı tutan biriyle izliyorsam bende FB-GS'ı tutarım. Yani ne olursa olsun FB-GS'ı bile o kadar sevmememe rağmen Avrupa maçlarında çok tepki göstermem.

Ancak Sivasspor için bu geçerli değildi olamazdı. Sivasspor'un alacağı hezimet, Federasyon'a, Bülent Uygun'a, Sivasspor şak-şakçılarına bir ders olacaktı.

Federasyon bir takımı kollayarak, büyük takımlara kafa tutturmasının sonuçlarını bu maçtan sonra umarım anlamıştır. Türkiye'de her maç 30 tane attıkları ve hakemlerin es geçtiği tekmelerden Avrupa'da atınca, sarıyı göstermeye çekinmiyor hakemler. Aynı oyuncuya 2 kere tekme atma şansı tanınmıyor kısaca. Türkiye'de İbrahim Dağaşan'ın en az 10 tane net tekmeli maçları olmuştur.

Diğer tarafta Bülent Uygun var. Dil uzattığı Arsene Wenger'in Arsenal'i bu Anderlecht'i yakalasa 5 atar (yine burada 5-0 değil, farklı sonuç mevzu bahis). Anderlecht'te Laila'da vardır halbüki. Yeni bir Fatih Terim, Mustafa Denizli olucam hırsıyla kavrulan bu genç Teknik Direktör, akıllanmadıkça ( ki zor gözüküyor ) kötü bir Hikmet Karaman olabilir ancak (hali hazırda iyi bir Hikmet Karaman'da ne kadar iyi tartışılır).

Sivasspor şak-şak'çıları ise en bayıldığım kısım. Başka takım taraftarısın, ama lüzumsuz bir Sivas sevgisi, at gözlükleriyle inatla, Sivas'ın sürekli saygıyı hakettiğini belirtip, kayıtsız şartsız destek veren bu arkadaşlar ki medya dolu bunlarla, bu maçta özellikle sivas 7 isabetli pasının 6'sını santrada yapınca gözlüklerini çıkarmışlardır diye umuyorum.

Anadolu'dan bir şampiyon çıkması güzel olurdu, ama zorla güzellik olmadığı da ortada. İttire ittire Avrupa'ya yollanan Sivas koştura koştura geri dönüyor.

Gerçekleri görmeyi reddeden ve görenlere tepki gösterenlere, Sivasspor'u sonuna kadar itekleyen bütün kurum ve kuruluşlara attığı bu tokattan dolayı Anderlecht'e teşekkürlerimi sunuyorum.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Goal! Serisi

2005'te Goal! isimli ve futbolu konu alan bir filmin piyasaya çıktığını öğrenmemle izlemem bir oldu. Adı Goal'dü futbolla ilgiliydi, bu iki özellik filmi izlemem için yeterde artardı bile. İşte bir meksikalı çocuğun (Santiago Munez)büyümesini, sokakta keşfedilip İngiltere'de ayakta kalma savaşını vs. izletmişti kendini, süper değildi ama gidiyordu yani. Alan Shearer'ı görmek, Munez'in Newcastle adına oynaması da ayrıca artı özelliklerdi. Gavin Harris diye bir karakter vardı, onu da sevmiştik. Tek bir sorun vardı, Santiago Munez büyük bir yetenekti ama topa vurmayı bilmiyordu. Yani hayatında ilk defa film setinde topa vurduğu kesindi Munez'in. Top hep 90'a gidiyordu, ama o vuruşla gitmeyeceğini futbolu az-çok takip edenler rahatlıkla görebiliyorlardı. Neyse gene de 3 filmlik bir seri, 2. filme kadar öğrenir diye düşünüp olumlu sayılabilir düşüncelerle tamamlıyorduk ilk filmi.

2. film ise çöküşün başlangıcıydı. Munez topa vurmayı daha da unutmuş, ama 7 yaşındaki çocuktan bile daha kötü vurduğu toplar onu Real Madrid'e getirmişti. Film tam bir hüsrandı, şimdi Munez gol atar günü kurtarır dediğinde Munez atıyor, filmdeki tek sevilen karakter Gavin Harris'te atar şimdi derken o da atıyordu. Futbol filminde en olmaması gereken romantizm her yerdeydi. Munez'in ilişkisi falan, gerçekten ilerlemiyordu film. Büyük bir fiyaskoydu. Boş bir duvara bakarak daha hızlı geçebilecek bir 1.5 saat heba olmuştu.

Geliyoruz son filme. 2006 Dünya Kupasında geçen ve 2007 gibi yayınlanması düşünülen Goal III, yapımcıların "naptık biz? Yayınlanmaz bu!" demeleri sonucu uzun süre rafta kalıyor ve 2009 Haziran'ında sadece dvd'de satılmak üzere piyasaya sürülüyordu. İlk 2 filmi izlediğimden dolayı, yine boş bir vaktimde izlemeye koyuluyordum. Filmde tek sevilen adam Gavin Harris tabiki yoktu ki en ufak oyunculuk gururu olan bir insanın bu filmde oynaması pek mümkün gözükmüyordu. Santiago Munez ve İngiltere Milli Takım'ında oynayan 2 forvet (2'side yedek) Liam Adams - Charlie Braithwaite'nin hikayesini izliyorduk bu sefer. Filmin henüz başında 3'lü trafik kazası geçiriyorlar ve filmin tek olumlu olayı burada gerçekleşiyordu. Munez sakatlığı sebebiyle kadrodan çıkarılıyordu. Ama tabi ki kendisi filmden çıkmayıp, alçılı kolu ve rezalet sünnet çocuğu saçlarıyla, her yakaladığını germeye bizi baymaya devam ediyordu. Ayrıca alakasız sahnelerde, en ufak bir komiklik olmayan anlarda salak salak gülerek bizlere İke Shorumnu'yu hatırlatıyordu.

Charlie'ye gelelim, kazada beyin sarsıntısı geçiriyor, bir maçta kafasına darbe alıp sersemliyip oyundan çıkıyor, dünyayı görmüyor kendini hatırlamıyor, ama bir tane sağlık görevlisi yok adam klübede oturuyor. Sonra maç sonrası baygın buluyorlar, ölüyor adam. Öff zaten berbat seri belli ki kötü bitecek diye düşünüyoruz.

Gelelim son karakter Liam'a bu arkadaş alkolik, kendinden habersiz bir çocuğu olduğunu öğreniyor fasa fiso, yine alakasız bir sürü detay. Kimse bu filmi izleyeceklerin daha çok futbol daha az diğer olayları görmek istediğini farketmiyor. Neyse işte en yakın arkadaşı Charlie öldükten sonra 2-3 gözyaşı döküyor. İçkiyi bırakıyor ve Portekiz - İngiltere maçında yine yedek klübesinde. Rooney atılıyor 62. dakkada fuck off diye diye gidiyor kendisi. 0-0 gidiyor maç ve 118. dakikada Liam giriyor oyuna. Maç penaltılara gidiyor ve Liam'ın kaçırdığı penaltıyla eleniyor İngiltere. Evet evet yanlış okumadınız filmdeki 3 ana karakterden biri sakatlanıyor, biri ölüyor, biri takımını yakıyor. Herhalde biz battık sizde batın diye düşünülmüş film çekilirken.

Hayatımda izlediğim en kötü Trilogy bu şekilde sona ererken, suratlarda kendini belli eden bir mutsuzluk bırakıyor ve bir daha geri dönmeyecek olan 1.5 saati kaybettiriyordu. Ayrıca yazıma Spoiler ibaresi koymama sebebim, okuduklarınızın filmden alacağınız zevki azaltmayacağı ki filmden alınabilecek herhangi bir zevk yok, olurda okuyan biri, bu ne rezillik der izlemekten vazgeçer, benim için en büyük mutluluk bu olur.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Güneşin Oğlu

Geçenlerde izledimiş olduğum, hiçbir mâna veremediğim fragmanın verdiği merak ve yapacak daha iyi bir şeyimin olmaması dolayısıyla Güneşin Oğlunu izlemeye karar verdim. Haluk Bilginer faktörü de bu kararımda etkili oldu. Film "Bu film gerçek bir hikayeden alınmıştır" türevinden bir yazıyla başladı ki, buna sonra değinicem.

Filmin konusu aşağı yukarı şu; 50'li yıllarda olmuş bir güneş tutulması sırasında doğan insanlar ki 8 kişiymiş 6'sı kalmış, bunlar güneşin oğlu oluyorlarmış, veya kızı. Neyse işte bu 6 kişinin sanırım 2006'da gerçekleşen güneş tutulması sonrası ruhları serbest kalıyor ve çevrede ilk ölen kişiye girmeye başlıyor. O ona giriyor, o ordan çıkıyor, kimin eli kimin.. muhabbetine dönüyor film. Tabi bu sırada hiçbir mantığa sığmayan ve 3-5 dakika açıklamaya uğraşarak bir sonuca ulaşamadıkları çıkarımlar bulup onlara göre hareket etmeyi de ihmal etmiyorlar. Ancak genelde çok kurcalamamakta, ciddiye almamakta fayda var. Bu arada hikayenin gerçek bir olaydan nasıl alındığı da meçhul, deliler koğuşundaki Muhittin'in gerçek hikayesi. Neyse gerçek hayattan alınmış filmimizin sonunda da bir ara "çilli bom bom bom" söyleyen firavun mumyasına tanıklık ediyoruz.

Aslında film kendini izlettiriyor, yani genelde Türk filmlerinde olmayan akıcılık mevcut en azından. "Öff lanet film bitsin artık" demiyorsunuz ancak tabi ki hayatınızı sorgulayan 10'larca şey kafanızdan geçiyor. Neden yapıldığı belli olmayan, pek bir anlamı olmayan, lüzumsuz ama akıcı bir film.


Bu da merak eden olursa diye fragmanı:

10 Temmuz 2009 Cuma

2009/10 sezonu Beşiktaş Transfer Değerlendirmesi

Yıllardan sonra gelen şampiyonluk ve Şampiyonlar Ligi'ne direk katılınıyor olması, bu senenin transfer dönemini Beşiktaş adına daha da kritik bir hale getirdi. İlk olarak sırasıyla gelen oyunculara bakarsak;

Micheal Fink: Beşiktaş'ın en önemli transferi. En önemli derken, bonservissiz, süper adam manasında değil, eğer kötü çıkarsa Beşiktaş'ın gelecek sene tepetaklak gitmesine sebebiyet verecek oyuncudur. Ernst'in partneri olarak Ernst'in tavsiyesiyle alındı, ancak bu ülke Maldonado'yu öneren Alex'i de gördü. Fink hakkında çoğu Türk izleyicisi gibi hiçbir fikrim yok, yıllar önce İlker Yasin "hem penaltı hem gol" diye destan yazarken, çizgide golü engelleyemeyen ancak penaltı da yapan oyuncu Micheal Fink'ti. Ernst'in yanında Fink'in oynayamaması durumunda, mevcut kadroda oynayabilecek 2 oyuncu var. Sivok - İnceman ikilisi geçen sene görüldüğü gibi yeterli olamıyorlar. Almanya'da orta halli takımlarda oynamış ve çok başarılı olmayan kariyeriyle göze batmayan Fink'in performansını zaman gösterecek, tek umudum Mustafa Denizli'nin Ertuğrul Sağlam'dan sonra abuk subuk oyuncu alma hobisini sona erdirmiş olması..

Erhan Güven: Ankaraspor'dan Aydın Karabulut karşılığı alınan sağ bek. Yıllardır Türkiye ligini takip ederim, bir sürü maç izlerim, ne adını duydum ne de kendisini gördüm. Heralde kadro derinliği açısından uygun görüldü alındı. Sanmıyorum ki ilk 11'de çok fazla görev alsın.

İsmail Köybaşı: İbrahim Üzülmez Beşiktaş'ın sol bekinde oynamaya başladığı zaman, eski açık dutluktu. Dut ağaçları vardı orada, gider dut yerdik. İşte o kadar oldu Delinho geleli. Çok özverili, çok çalışkan, çok istekli, ama yeter artık bıktık. Rakibini çekip kendini yere atan, ara sıra dalıp giden, %3 ile isabetli orta yapan Delinho yerini birine devretmeliydi artık. İsmail ise bu sene Antep'in büyük takımlarla maçlarında izlediğim, hayran olduğum bir genç yetenek. İlk günden beri alınmasını istediğim İsmail'in uzun yıllar Beşiktaş sol bekine ambargo koyacağını umuyorum. Ancak 5.5 milyon euro + Serdar Kurtuluş bedeli ile Gaziantepspor'un yüzünü Ayhan Akman transferi sonrası bir kez daha güldürdük.

Rıdvan Şimşek: Geçen sene Karşıyaka ile Bank Asya 1. Ligi'nin en iyi genç oyuncusu seçilmiş. 500.000 euro gibi bir bedele alındı. İyi çıkar, kendini de geliştirebilirse, ileride 5.5 milyon euro + Serdar Kurtuluş vermemiş oluruz en azından. Ligin çeşitli dönemlerinde forma giyeceğini umuyorum.

Nihat Kahveci: Onursal Başkan Süleyman Seba'nın "Onun yuvaya dönmesi, benim 83 yıllık hayatımın en mutlu günü oldu." söylemi bir Beşiktaşlı için herşeyi açıklıyor. Nihat altyapıdan yetişmiş A takımda görev almış ve bonservis bedeliyle Avrupa'ya yollanmış bir oyuncu. Türkiye'nin en büyük golcüsü olarak gösterilen Hakan Şükür, Avrupa'da her gittiği klüpten kovulurken, Nihat gol krallıkları kovaladı Avrupa'da. Geçen seneyi sakat geçirmiş olabilir ancak sakat geçirmeseydi zaten Beşiktaş'a dönemezdi. Geçen sene takımda yaşanan en büyük sıkıntı lider eksikliğiydi, Nihat'ın kişiliği, tecrübesi ile bu sene bunun aşılacağını düşünüyorum. Ayrıca Sergen Yalçın'dan sonra nihayet formanın sırtına ismi yazılacak birinin geldiğine inanıyorum.

Matteo Ferrari: Çok fazla tanımıyorum ancak geçen sene büyük sükse yapan Şampiyonlar Ligi'ni son anda avarajla kaçırmış, Genoa'da 33 maç ilk 11 oynamış, İtalya milli takımında 11 kere çıkmış bir tahta Beşiktaş'ta rahatlıkla oynar, o yüzden Ferrari'de oynar heralde. Hem kendisi Aida Yespica ile tanışmamıza aracı olduğundan dolayı, sempatimi de kazandı daha oynamadan.



Tabi madalyonun bir de öteki yüzü var. Takımdan ayrılanlara ve gönderilenlere de ayrıca bakmak lazım.


Aydın Karabulut: Daha 18 yaşındaydı, garsoniyeri basıldı. Çok yetenekliydi, oynamaya da başladı, çok şey bekliyorduk ama işte gece hayatı, Teknik Direktör'e çekilen gereksiz restler sonunu getirdi. Ankaraspor'a takasta kullanıldı.

Gökhan Zan: Kiradan döndüğü ilk sene çok iyiydi, Arsenal istiyordu. Yıllar geçtikçe futbolu geriledi, kendisi camsı bir yapı aldı. Rakip takımın dizine attığı tekme sonrası kapattığı Avrupa Şampiyonasında şaha kalktık, çok az maç oynadığı bir sezon 2 kupa aldık. Oynadığı her maç hata yapmasa bile biz yapıcak diye hop oturup hop kalktık. Sözleşmeyi yenilemeyi mi unuttu klüp yoksa yenilemek mi istemedi bilemiyorum ama beceriksizlik yaptılarsa eğer hep böyle yapsınlar. Galatasaray'a hayırlı olsun.

Serdar Kurtuluş: Geldiğinde sağ bek diye geldi. Tigana orta sahada oynattı. Her geçen gün iyiye gidiyordu, milli takıma seçildi. Eksiklerini kapıyordu ve heyecanla gelişmini izliyorduk. Ardından Ertuğrul geldi, Serdar'ı sağ beke koydu. Serdar her geçen gün hantallaştı, daha da fena oynamaya başladı. Mustafa Denizli, Kayseri maçında yedirdiği gol sonrası, bir daha forma vermedi. İsmail'e meze olarak Antep'e gitti.

Edouard Cissé: Geldiğinden beri pek bir top oynamadı. Sadece gideceği yerine Fink geliceği belli olduktan sonra kıllığına orta alanda çok iyi işler yaptı. Harici kibar bir Fransız edasında etliye sütlüye karışmadan gezmesiyle akıllarda kaldı. Marsilya'ya gitmiş, Fink elde patlamazsa kimse özlemez.

Tomas Zapatocny: Hazırlık maçlarının ve ilk haftaların yıldızıydı. Metalist Kharkiv maçında yedirdiği 2 golle açılışı yaptı. Ara sıra dalıp gitmeleriyle yedirdikleri oldu. Ancak Veysel Cihan sağından atıp solundan geçinceye kadar bu sene takımda tutulacağı düşünülüyordu. Veysel yaktı Zapo'yu.

Gordon Schindelfeld: 10 yıllık sözleşme yaptığımızdan gene kiralamışız. Futbolu bıraktıktan sonra tecrübesiyle Rent-A-Car işletmecisi olarak göz dolduracaktır.


Benim futbol anlayışıma göre gelen-gidenlere bakılınca takımın güçlendiği gözüküyor. Alınacağı söylenen bir gurbetçi oyuncu ( Veli Kavlak - Ümit Korkmaz isimleri geçiyor) ve sözleşmesi dondurulacağı söylenen çakma kaptan Delgado'nun yerine alınacak bir adam (300 trilyon euro'ya Tabata'yı almayız inşallah) ile Beşiktaş'ın bu sene oldukça iddalı olacağını düşünüyorum.


17 Haziran 2009 Çarşamba

Vuvuzela'ları Yasaklayın!


Çoğu kişi bu başlıktan hiç birşey anlamayacaktır. "Ne ulan bu lanet alet" diye google da aramaya girişmesem, benimde haberim yoktu. Futbolla az çok ilgisi olan herkes 2010 yılında Güney Afrika'nın dünya kupasına ev sahipliği yapacağından haberdardır. Diğer tarafta benim gibi futbola az çok değilde pek çok ilgisi olanlar, bu turnuvayı zaten iple çekiyorlardır.

14 haziran'da başlayan deneme dünya kupası olan, "Konfederasyon Kupası" maçlarını izlerken maçı izlemektense kafamı duvara mı vursam diye düşündüren bir ses, her maçta karşıma çıktı. Biraz araştırdım, ve gördüm ki, bu alet vuvuzela denen bir tür düdükmüş, nitekim tam bir düdükmüş. Güney Afrika'da 5 kişiden 1'i elinde bu lanet şeyle maçlara gelmekte ve kendini eğlendirip, yerli yersiz birbirinden alakasız bir şekilde aleti üfülderken, evinde maçı izleyen milyonlarca insanın ve sahada maç oynayan oyuncuların hayatını zindan ettikleri pek umurlarında değil veya farkında değiller. Ancak ne olursa olsun futbolun en önemli olayını bu şekilde bize izletmeye kimsenin hakkı yok.

2010 Dünya Kupası öncesinde FIFA, kesinikle bu aletleri yasaklamalı, sahaya kesinlikle sokmamalılıdır. Futbolun marka değeri düşer vs. hikayesinde değilim, 4 yıldır heyecanla beklediğim turnuvayı ağız tadıyla izleyebilmek tek arzum.

Kaiser Chiefs - Machester United maçının vidyosunu buldum youtube'dan konfederasyon maçlarını izlemeyenler için bir örnek olabilir.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Üniversite Üzerine...

Çok farklıydık birbirimizden...

Farklı kültürlerde büyümüş, farlı okullara gitmiş, farklı hayatlar yaşamış, farklı düşünen, farklı hareket eden, farklı seven vs vs insanlardık... Belki de normal şartlarda çok zordu anlaşılması, + yükler ve - yükler birbirini iter miydi yoksa çeker miydi? kim, kime göre - ydi, kime göre + ydı?

Gerçek çok farklıydı... Bir anda kurulan kalabalık bir ekip, eğlence dolu (ve çoğumuzun okulunun uzamasına neden olan sebep de bu zaten) güzel üniversite hayatı... Herşeyin paylaşıldığı (notlar bile buna dahil), beraber geçilen derslerdeki mutluluk, kalınan derslerdeki umursamazlık, sürekli gülünecek birşeylerin bulunması...

Sabah 8 akşam 8 oynanan King, iptal olan dersler sırasında kahvaltılar (ki bazen iptal olmasına dahi gerek yoktu), ders sırasında aslında hiçbir özelliği olmayan kantinde saatlerce oturabilme yetisi, ders sırasında oynanan XOX ler, bitmek bilmeyen futbol sohbetleri, günün talihlisi üzerine yapılan şakalar...( sonra ben niye mezun olamıyorum? olamazsın tabi tembel hayvan! )

Nasıl geçtiğini bile anlamadığım 5 yıllık bölüm sürecim budur işte... Yarın üniversite hayatımın (inşallah ve umuyorum ki) son sınavına giriyorum. Mezun olmama dahi gerek olmadan şunu söyleyebilirim ki; benim takıldığım ve tek başıma aslında geçmemin mümkün olmadığı derslerde yardım eden, keyifli bir üniversite hayatı yaşatan, benimle dönemsel üzüntülerimi ve sevinçlerimi paylaşan, her birinden farklı bir bakış açısı, farklı birşey öğrendiğim, birkaçıyla ciddi dostluklar kurduğum tüm arkadaşlarıma şimdiden teşekkürler...

Ve... Onların buraya getirilmesinde en önemli katkıya sahip ÖSYM'ye teşekkür ediyorum...

Ertan

9 Haziran 2009 Salı

Örnek Alınası Yazar: "Kanat Atkaya"

Güzel yurdumun pek çok sevmediğim taraflarından biri de gazetelerimizin spor sayfalarıdır. Malesef gazetelerin en çok okunan sayfaları olmalarına rağmen genellikle içleri ne boş sayfalarda buralardadır. Bunun bence en temel sebebi de işleri yazı yazmak olmayan bir çok kişi tarafından istila edilmiş olmalarıdır.

İşleri "yazı yazmak olmayan" ne anlama geliyor peki? Yazı yazmak, özellikle de ulusal çapta bir gazetede yazı yazmak, bence her insanın nail olmaması gereken bir durum. Pek çok işin belli tanımları ve gerektirdiği bazı eğitimleri olduğu gibi, yazı yazmanında öyle her önüne gelenin yapmaması gereken bir iş olduğu kanaatindeyim. Tabi ki yazmakta bir zevk ve insanların sizin yazdıklarınızı okuması, bunları dğeerlendirmesi ve yorum yapması gerçekten çok hoş bir duygu, ancak bu nevi şeyleri gerçekleştirmek günümüz teknolojisinde çok kolay. Örneğin şu anda yazısını okuduğunuz kardeşiniz de yazmaktan ve takip edilmekten gayet hoşlanıyor ancak bunun için bir tanıdığını araya sokarak bir gazete köşesi kapma çabasınde değil. Bunun yerine kendine bir kaç blog sayfası açıyor ya da bazı arkadaşlarının açtığı bloglara katkıda bulunuyor. Sizlere de tavsiye ederim çok hoş bir şey.

Konumuza gelince, öncelikle belirtmek isterim ki gazeteyi elime aldığımda öncelikle spor sayfalarına bakan vasatın biraz üzeri bir Türk vatandaşıyım. Annesinin mevlütüne dua okumaya gelen imamla da futbol muhabbeti yapabilecek kadar da futbol fanatiği bir Galatasaraylıyım. Ancak en sık baktığım sayfalarda farkettim ki köşe yazılarını hiç okumuyorum. Hatta sporla ilgili okuduğum köşe yazıları Hıncal Uluç gibi ya da başlıkta adı geçen Kanat kardeşinizinkiler gibi gazetelerin diğer bölümlerinde oluyor. Bunun nedenini biraz araştırdığımda klasik bir sendrom olan "ben her şeyi bilirim" hastalığının biraz önplana çıktığını farkettim. Bence yazı yazmak öncelikle bir "iş"tir. Röportaj yapan kişiler, eski futbolcular ya da futboldan biraz anlayan "ünlü" kişilerin işleri yazı yazmak değildir. Bu arkadaşların televizyona çıkıp yorum yapmalarına lafım yok. Hatta bazıları işlerini bu açıdan çok daha iyi yapıyorlar ve insanları bilgilendiriyorlar (mesela Rıdvan Dilmen). Ayrıca işlerinin yazı yazmak olmadığını söylediğim bu insanlarıda hor görmüyorum. Bir takımın muhabiri olmak hiçte azımsanacak bir iş değil. Takımla çok yakın olmak, bilgiye diğer insanlardan çok daha hızlı ve çok daha güvenilir ulaşmak gibi politik taraflarıda ağır basan bir çok yük altına giriyorlar. Ancak bu demek değildir ki maç analizleri yapmak, takımın gidişatını yazmak gibi çok önemli konularda yazı yazmak zorundadırlar. İsim vererek gitmek gerekirse, (allah aşkına biri bana söylesin) Oğuz Tongsir denen adam ne ara "usta gazeteci" oldu? LigTv'de Galatasaray muhabiriyken, hatta karlı maçlarda tribüne çağırılıp kendisine kar topu fırlattığımız bu adam nasıl olduda birden usta gazeteci oldu ve kendine ait bir köşesi olabildi? Aynı şekilde Bahri Havadır kardeşimizde işini çok iyi yapan bir muhabirken neden birden bir gazetede yazar olabildi? Gerçekten maçlardan önce ya da önemli olaylarda bağlanılan ve kimsenin bilmediği ya da merak ettiği olaylarla ilgili çok yerinde ve hızlı tespitler yapan, bilgilere inanılmaz güvenilir bir şekilde ulaşabilerek izliyicileri meraktan kurtaran bu önemli adam, nasıl oldu da gazete köşesinde yazmasına imkan verilebildi?

Köşe yazısından bir insanın beklentileri ne olabilir?

Spor sayfalarını takip eden bir insan olarak ve belli bir seviyede yazar takip eden bir insan olarak kendi kritlerimi burada paylaşmak isterim. Öncelikle bir köşe yazısı okuyorsam bu yazıdan öncelikle bana bir şeyler katmasını beklerim. Tabi bu yazdığım kriter spor yazarlarının %90'ına yakınını elememize sebep oldu sanırım. Zira bütün gece maç seyredip daha sonra binlerce futbol programını takip eden bir birey olarak maçların nasıl geçtiğini, hangi dakikasında neyin, nasıl yaşandığını ezberliyorum her haftasonu. Ancak ertesi gün rastgele bir yazıyı açtığınızda, sanki ben uzayda yaşıyormuşum da tesadüfen galakside başıboş dolaşan bir gazeteyi elime almışım gibi yazarlar bana maçın dakikası dakikasına neler olduğunu yazıyor. "Maçın bilmem kaçıncı dakikasında bilmem kim oyundan atıldıktan sonra x takımı için işler iyi gitmemeye başladı". Hadi canım!! Belki oyuncu atıldı, eksik oynuyorlar ondandır? Ve lütfen söyleyin en son ne zaman yenilen bir takımla ilgili olumlu ya da bir eleştiri okudunuz? İnsanı düşünmeye sevk etmedikten sonra bir köşe yazısı okumakla maç sonu yapılan ayak-üstü bir yorum arasında ne gibi bir fark kalır?

Bir başka dikkatimi çeken konuda maçtan sonra "neden x oynamadı?" ya da "y nasıl yedekte bekler?" konulu yazıların çokluğu. Aynı yazarların maçtan bir gün önceki yazısında kesinlikle bu konuda yorum olmazken mağlubiyet sonrası, sanki maçtan önce çıkması gereken 11'i yazmışlar gibi, o nasıl olmaz bu nasıl olmaz şeklinde ahkam kesebilinmesi oldukça düşündürücüdür. Sanırım yazarlıkta birazda cesaret ve birazda öngörü gerekli. "Yazıyorum ama sonra mahçup duruma düşer miyim?" düşüncesindeki biri bizi nasıl ileri götürebilir, bize neler katabilir?

Bu turnuvada arkasından gidilebilecek tek takım: Türkiye

Bununla ilgili en güzel örnek, bu başlığı atabilen -şu anda adını hatırlayamadığım- bir ingiliz yazara aittir. Kendi ülkesinin gidemediği bir turnuvayı, turnuvadan haftalarca önceden tartışıp yazarken bu cümleyi vurucu cümle olarak seçmiş. Söz konusu cümleyi desteklerden de "futbola aç bir ülkeyi temsilen, doğu gizemini batı kültürüyle özümseyebilen ve hala kendisinde izleyenleri hayran bırakan bir felsefesi var bu takımın" gibi odukça şairane ve bizlerin bile söyleyemediği kadar iddialı bir biçimde ortaya koyabilen bu yazara nasıl şapka çıkarmayız? Eminim ki avrupa şampiyonasında başarısız olsaydıkta bu yazarın bu yazısı kötülenmeyecekti. Lakin yapılan tespite ve bunun yazıya dökümüne hayran kalmamak elde değil. Bu kalitede bir yazıyı, bir spor bölümünde en son ne zaman görmüştünüz?

Özellikle yazar takip eden bir insan değilim. Genellikle gazetelerin okuyabildiğim kadarıyla köşe yazılarını takip etmekten keyif alırım. Ancak bir isim var ki beni çoğu zaman okurken hem güldürebilen hem tespitleriyle düşünmemi sağlayan hem de beni sürükleyerek bambaşka yerelere götürebilen tek bir yazar var: Kanat Atkaya. Hürriyet'in iki üç günde bir sayfa aralarında ya da cumartesi ekinde rastlayabileceğimiz bu "kafa" yazar koyu bir Galatasaraylı. Ancak Gsli diye hor görmeyin genellikle yaşam üzerine yazıyor, sadece maçlardan bir iki gün sonra o maçla ilgili yazısı yayınlanıyor o kadar. Diğer maçlar hakkında pek yazısını bulmak mümkün değil ancak size güvence verebilirim ki sadece GS konulu yazıları bile okumak size de keyif verebilecektir. UEFA kupasının alınmasından sonra kaleme aldığı yazıyı bulabilirseniz hele muhakkak okuyun. Özet vermem gerekirse maçın analizi değil, Kopenhag'a nasıl gittiği ve orada neler yaptığının daha ağırlıklı olduğu muhteşem bir yazı. İnsanın okurken tüylerinin üpermesi ve yaşanan başarıyı bir daha yaşatabilmesi de cabası.

İmkanım olsa gerçekten kendisiyle tanışmak isterim. Gelsin mangal yapalım sonra nargile hazırlayayım kendisine muhabbet edelim (bana nasıl ulaşabileceğini biliyorsun Kanat abi ugurarpali@gmail.com =) ). Kimi zaman okurken kendinizi onun yıllardır arkadaşıymış gibi hissettiriyor, kimi zaman da çoğu zaman insanların görmediği çok ufak detayları görüp onları insanlara hatırlatabiliyor. Gerçekten gerek normal yazıları olsun gerekse spor yazıları olsun sizi düşünmeye sevk ediyor, size bir şeyler katıyor.

Bu yazım vesilesiyle sanırım hem spor yazarlığı konusunda ki rahatsızlığımı ve fikirlerimi sizinle paylaşabildim hem de takip ettiğim bir yazarı ,eğer ki daha önce farketmemişseniz, size tavsiye edebildim.

Benimle kalın. Teşekkürler.

1 Haziran 2009 Pazartesi

ŞAMPİYON BEŞİKTAŞ


2008-2009 sezonu başlarken, herşey Beşiktaş için güzel başlamıştı. Geçen seneden elinde iyi bir kadro olan Beşiktaş, defansa yaptığı, Zapo-Sivok takviyeleri ve Uğur İnceman-Ekrem Dağ transferleriyle, takımda geniş bir revizyona gitmek yerine, açıkları kapatma yoluna gidiyordu.
Hazırlık maçlarında fırtına gibi esen Beşiktaş lige de fırtına gibi bir başlangıç yapıyor, taraftarına bu sene Ertuğrul Sağlam bize şampiyonluğu getirtecek diye düşünmeye başlatıyordu. Herşey güllük gülistanlık giderken, Uefa elemesi kurası çekildi. Kuraya seri başı katılan Beşiktaş'ın , zor rakiple eşleşmesi olası bile değilken, Can Bartu taş gibi bir takım olan Metalist Kharkiv'i çekiyor ve Ertuğrul Sağlam için çöküş başlıyordu.

Metalist Kharkiv'le ilk maç İstanbul'da oynandı. Ukrayna ekibi Beşiktaş'ı adeta tarumar etti, Beşiktaş şansıyla ve hakemin ofsayttan atılan golü atlaması sayesinde 1-0'la rövanş için avantajlı bir skor elde etti. 2. maç ise her Beşiktaş'lının zihnine kara harflerle yazılıyordu. Ukrayna ekibi maça inanılmaz başlamış, Beşiktaş kalesini abluka altına almıştı. Beşiktaş biraz dengeyi kurmaya başlar gibiyken, Jaja Jackson Coelho orta sahada Cisse'den yediği tekmeye rağmen ayakta kalıyor, sinirleniyor ve Hami Mandıralı'nın bile topu kaleye yetiştirmesi zor olan mesafeden Scud füzesi ayarında bir şut çıkarıyor, milyonlarca Beşiktaşlı'nın ağzını açık bırakıyordu. Sonrasında gerek Zapo'nun sıçması, gerek Gökhan Zan'ın gününde olması, gerekse de takımın geri kalanının pek bir futbol oynamaması sebepleriyle Beşiktaş 4-1'lik bir hezimetle evine dönüyor, avrupa defterini kapatıyordu.

Maçtan sonra teknik direktör Ertuğrul Sağlam "Hayat devam ediyor" açıklamasıyla yönetimin sinirini iyice bozuyor ve Yıldırım Demirören'in Ukrayna'da kalıp Lucescu ile görüşmesinin yolunu açıyordu. Lucescu gelmeyi kabul etmedi, bu haber çokça medyada yer buldu ve en sonunda Ertuğrul Sağlam duygusal bir konuşmayla istifa etti.

Ertuğrul'dan boşalan göreve, Fenerbahçe ve Galatasaray'da çalışırken bile her zaman Beşiktaş'lı olduğunu söyleyen Mustafa Denizli getirildi. Taraftarların büyük bir kısmı Mustafa Denizli'nin getirilmesini tepkiyle karşıladı, ancak herhangi bir protestoda bulunmadılar.

Mustafa Denizli, takıma alışma evresinde, çok basit puanlar dağıttı. Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarında sahaya sürdüğü intihar kadrolarıyla, Beşiktaş taraftarını adeta çileden çıkarttı. Galatasaray mağlubiyetiyle birlikte ilk yarı bitmişti. 6. haftada takımı lider teslim alan Denizli, 16. haftada 6.'lığa kadar gerileyen bir takımın başındaydı. İşte o zaman Denizli ile Sağlam arasındaki fark ortaya çıktı. Sağlam olsaydı, önümüzdeki maçlara bakıcaz, hayat devam ediyor, güzel şeyler yapmak istiyoruz gibi bir açıklamada bulunurdu. Ancak Denizli çok iddalı bir çıkış yaptı ve 26. hafta da şampiyonluk yarışında az takım olacak ve bunlardan biri de Beşiktaş olacak dedi. Takımın, yönetimin, taraftarın, medyanın kaynadığı, sıralamada 6.lığa kadar düşünmüşken, Mustafa Denizli bu açıklamayla bütün okları kendine çeviriyor, takımı rahatlatıyor, kredi sağlıyor ve gündem değiştiriyordu. Artık kimse Beşiktaş'ın başarısızlığını konuşmuyor, 26. haftada kim nerede nasıl olur tartışmalarıyla boğuşuyordu. Devre arasında Mustafa Denizli Beşiktaş'a, Beşiktaş'ta Mustafa Denizli'ye ısınmaya başlıyor, Fabian Ernst ve Yusuf Şimşek 2'lisi takıma dahil oluyordu.

Yusuf Şimşek transferi çok tartışıldı, çok ta tepki çekti. Ancak sene sonunda bakıldığında Yusuf'un 6 ayda yaptığı katkıyı Delgado'nun 3 yılda yapamadığı ortadaydı. En sıkışık maçlarda, en kritik anlarda sahne alarak, sayısız maçta Beşiktaş'a hayat veriyordu Kara Şimşek.

Fabian Ernst'i ise anlatmaya kelimeler yetmez. Savunmada her açığı kapatan, tüm maç koşan, zaman zaman attığı derinlemesine paslarla takımı hücuma çıkartan - pozisyona sokan, uzaktan şutlarıyla gol bulan bu deli alman geldiği günden itibaren taraftarın sevgilisi, 2. Giunti'si oluyordu. Tek negatif özelliği isabetli orta yapamaması olan Ernst performansıyla yıllardır varlığı yokluğu belli olmayan Cisse'ye de hayat veriyordu.

Ligin bitimine 6 hafta kalmış ve Beşiktaş 2. sırada Sivasspor'un arkasındaydı. Beşiktaş'ın kalan maçlarının 4'ü deplasmanda diğer 2'si ise evinde olmasına rağmen Derbi maçı olduğundan zorluğu yüksekti. Genel görüş Beşiktaş'ın bu fikstürde şampiyon olamayacağıydı, fakat beşiktaş bu 6 final maçından 15 puan çıkartarak, Sivasspor'un 5 puan üstünde, hakettiği bir şampiyonluğa uzanıyordu.

2. yarı Beşiktaş 18 maçta tam 43 puan toplayarak Şampiyonluğunu ilan ederken 18 maçta sadece 1 kez Fenerbahçe'ye yenilen, 4 maçta berabere kalan, 13 kez de kazanan Beşiktaş, ilk yarıyı 6. bitirip şampiyon olma başarısı gösteren ilk takım oluyor ve taraftarlar Türkiye'yi bayram yerine çeviriyorlardı. Beşiktaş takım kötü giderken hocasının Lider ruhlu olması avantajıyla uzun yıllar sonra tekrar tanışırken, taraftarının da tek arzusu bu başarının seneye de artarak gitmesi ve Avrupa'da da başarılı sonuçlar alınması oluyordu, bir sezon mutlulukla sonlanıyordu.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Başıboş Medya

Son zamanlarda çıkan Alpet reklamı ve haftasonu yaşadığım Spormax şoku beni bu konuda yazmaya itti.

İlk olarak Alpet reklamıyla başlamak istiyorum, 2004 senesinde Pascal Nouma, Fenerbahçe karşısında golü attıktan sonra, yaptığı hareketle gündeme oturmuş, medyanın zorlamasıyla her programda, her kanalda, her sayfada ifşa edilmiş, fütursuzca eleştirilmiş ve en sonunda sezonun bitimine 4 hafta kala, neredeyse ülkeden sınırdışı edilmişti. Buna sebep olarak ise "Türk Örf ve Adetleri" gösterilmişti. Pascal evet belki o sene çok fazla faydalı olamıyordu, belki yollanması Beşiktaş'ın lehine olacaktı, ama bu şekilde, medyanın zorlamasıyla gönderilmesi o zaman çok zoruma gitmişti. 4 hafta sonra Beşiktaş şampiyon oldu ve o şampiyonlukta nolursa olsun Pascal'ın da hakkı vardı, onunda en temel hakkı takım arkadaşlarıyla birlikte sevinmekti ancak medya yüzünden buna izin bile verilmedi.

Sonrasında eğer Pascal Nouma adını hiç duymasaydık, gene medyaya hak verebilirdim, değerleri koruyorlar derdim. Ancak aradan zaman geçti, medya Pascal'ı Marsilya'da buldu röpörtajlar yaptı, Türkiye'de bar açılışlarında boy gösterdi, Film'de oynadı ve en son olarak Alpet reklamı geçen günlerde yayınlanmaya başladı. Her izlediğimde çoğu Beşiktaş taraftarı gibi, Pascal'ın yalandan göz yaşını gördükçe içim eriyor. Reklam her çıktığında heyecanla izliyor, bizde çok özledik be abi diyorum. Ancak diğer boyutuna bakıyoruz, reklamda Pascal'ın sınırdışı edilmesine sebep olan olay, özellikle ön plana alınmış, eğleniliyor. 5 sene önce bütün Türkiye'yi yozlaştırdığı düşünülen bu olay, artık güzel bir espri, bir reklam malzemesi olmuş, biz mi değişmişiz, değerlerimiz mi değişmiş diye düşünüyorum, ancak anlaşılıyor ki tek değişmeyen medya olmuş. Yine bulmuş bir gelir kapısı yükleniyor.

Aklıma bunları yazarken geçen sene ve bu sene Show Tv'nin yayınladığı Uefa kupası finalleri geliyor. İlk olarak geçen sene geliyor aklıma, gene sinirleniyorum. Uefa kupası finalini izlemek için Tv karşısına oturuyorum, cipsim, biram herşeyim hazır. Sadece maçı bekliyorum, ve o sırada geçen altyazıyla yıkılıyorum. Uefa Kupası final maçı yerine Varmısın Yokmusun programının yeni bölümü yayınlanacağını öğreniyorum. Peki bu program canlı mı yayınlanıyor? Hayır sadece Show Tv daha çok reyting elde edeceğini düşünerek - ki Uefa Finali de sonuçta 2-3 kişinin izlediği bir organizasyon değil - canlı yayın haklarını aldığı bir maçı banttan yayınlamaya karar veriyor. Yayın hakkını almak için rakip kanallardan daha fazla para ödemiş olan Show Tv günlerce reklamını yaptığı bu programdan reyting kaygısıyla vazgeçiyor, ve bunu son saniyede adeta bir hiç yerine koyduğu izleyicilerine duyuruyordu.

Bu seneki Uefa Finali'nin hakkını tekrar alan Show Tv, Türkiye'de olan final maçını bu sefer canlı yayınlamaya karar veriyor. Finali oynayan Ukrayna ve Almanya ülkelerinden sonra 2. seviyede ilgilendiren Türkiye ayağındaki yayın Show Tv'den geliyor. Maçı izlemediğimden dolayı, izleyenlere Show Tv'nin ne saçmalıklar yaptığını sormak yoluyla, olanları öğrendim. Maç sırasınca hiç bitmeyen reklamlara falan girmiyorum, zaten şaşırtıcı bir şey değil. Saçmalık olan maç bittikten sonra 120 dakika mücadele eden futbolcuların, sevinçlerini, mutluluklarını, kupayı kaldırmalarını izleyeceğini bekleyenler, tabiki de Show Tv yayın ve yayıncılık anlayışı sebebiyle çok yanılmışlar. Show Tv maç biter bitmez 30 dakikalık bir reklam koymayı uygun görmüş ve seremoniyi banttan vermeye karar vermiş. Kendi ülkemizde oynanan bir final maçında bile bu tarz bir yayıncılıkla, izleyiciler sağılmış ve yöneticiler işlerine devam etmişler.

Başka bir olayla da bu pazar günü saat 18.00 de İngiltere Premier Lig'inin son haftasını izlemek üzere Spormax'in başına oturmamla karşılaştım. Bilmeyenler için belirtmem gerekiyor, bu Spormax kanalı, Digiturk'ün LigTv'li paketine dahil olmayan, izlenebilmesi için, daha pahalı paketlere üye olmanın gerekli olduğu bir kanal. Bir sürü insan da sırf Premier Lig maçlarını izleyebilmek için, bu miktarı gözden çıkartıp bu paketlere abone oluyor. Televizyon başına büyük bir heyecanla oturduktan sonra, Sivasspor maçına doğru tarzında bir programla karşılaşarak yine bir şok yaşadım. Halbüki orada son maçında düşmemek için çarpışan dünyanın en iyi liginin takımları olmalıydı. Düşme hattındaki maçları izlemesen ne olur diye düşünenlerin ise bu sene küme düşen Newcastle United'ın kadrosuna bakmasını ve 3 büyüklerde kaç oyuncusunun banko oynayacağını saymasını istiyorum. Neyse yine bir keyfi uygulama sonucunda, paramızla satın aldığımızdan bir hizmetten mahsur kalmıştık, 19.50 de bitecekti İngiltere'de maçlar ve 20.00 de başlayacaktı, Türkiye ligi. Maç öncesini izlemesek çok şey mi kaçırırdık, veya boş başka kanal mı yoktu? Eğer yayınlamak isteselerdi tabiki de çok kolay yayınlarlardı ama ne gerek vardı ki?

Bu konularda genelde izlediğim Doğuş Grubu ve yayınlarını başarılı buluyorum. Ne diyorlarsa onu yayınlıyorlar, ellerinden geldiğince izleyicilerin memnuniyeti üzerine çabalıyorlar, bu sırada elde ettikleri memnuniyetle, izleyici kitlelerini genişletiyorlar, ama malesef sadece belli bir kesime hitap ediyorlar.

Diğer tarafta genel medya, ufak çocukları sömürüyor, kaynana gelin kavgaları, dini içerikli hayattan yalan kesitler, göbek atmalı, zaman zaman bol küfürlü sabah şovları, izdivaçlar, kurgulanmış programlar ile değerlerimizi koruma peşinde koşturup gidiyor. 3-4 gün bu programları izledikten sonra Üniversite eğitimli birinin Anaokulu düzeyine inmesini sağlayan bu programlarla; eğitim ortalaması çok yüksek olmayan Türkiye'm, yozlaştırılıyor, bölünüyor ve cahilleştiriliyor.

Bu sırada kontrol mekanizması RTÜK ise, başkanı ekmeğini kapmış, üyeleri de Tv başında nerede bir göğüs görmüş, nerede bir sigara, bira mozaiklenmemiş onların peşinde ceza kesmekle meşgul olsun. Diğer tarafta kanallar izleyici mi sağıyor, kafasına göre mi hareket ediyor, bir insanın hayatını mı karartıyor, halkı yok mu ediyorlar, bu işlere vakitleri kalmıyor. Yukarıda saydığım örnekler, futbol harici çok fazla program takip etmeyen birinin tecrübeleri. İzliyenler nelerle karşılaşmıştır belli değil. Her defasında özellikle takip ettim, yukarıdaki kanallar saydığım olaylardan hiçbir ceza almadı. İzleyicileri aptal yerine koymanın herhangi bir yaptırımı yok ne yazıkki..

Bir Efsane'nin Düşüşü

Newcastle United, 1974'te 42712 ortalama taraftarla küme düşen Machester United'ın rekorunun 48750 ile parçalayıp, Premier Lig'e veda etti. Bu yazımda sene başından beri neler yaşandığını anlatıp, bu duruma ışık tutmaya çalışıcam.

Lige taraftarın sevgilisi, kredisi limitsiz hoca "King Kev" Kevin Keegan ile başlayan Newcastle, zorlu bir fikstürle başlangıç yapıyordu. 3 maçtan 2'si Manchester ve Arsenal deplasmanı olmasına rağmen 4 puan topluyor ve oynadığı futbolla bu takım en azından uefaya gider dedirtiyordu.

Ne olduysa transfer döneminin son günlerinde oldu. Newcastle United başkanı Mike Ashley "Demirören" takımın en önemli isimlerinden, James Milner'ı satarken yerine ise Kevin Keegan'dan habersiz, vasıfsız forvet Xisco'ya dünya kadar para vererek kadrosuna katıyor, Ignacio Gonzalez diye bir adamı sene sonuna kadar kiralıyordu.

Transferde kendisine danışılmayan ve satılmasın dediği adamların satıldığı, "almayın topçu değil bunlar" dediği adamların alındığı bir ortamda, Kevin Keegan istifa ediyordu. Newcastle yönetimi günlerce ikna etmek için uğraşıyor, taraftarlar sokaklara dökülüyor ancak fayda etmiyordu.

Keegan'sız çıkılan ilk maçta tribünler maçla ilgilenmeyi bir tarafa bırakıp, hep bir ağızdan Mike Ashley'i istifaya davet ediyorlardı. Maç sonrasında Mike Ashley gerçekten çok duygusal bir açıklama yapıyor, Newcastle United'ı büyük borç yükü altında satın aldığını, çok para yatırdığını, Newcastle taraftarı olduğunu ve çocukluktan beri maçlarına gittiğini, ama son maça gitmemesi için danışmanlarının tavsiyede bulunduğunu, maçına gidemeyeceği bir Newcastle United istemediğini bu sebeple de klübü satılığa çıkaracağını duyuruyordu.

Bir yandan bunlar olurken, diğer tarafta futbol kötüleşmiş, başıboş takım üst üste malubiyetler almaya başlamıştı. Taraftarın tepkisinin azaltılması için Alan Shearer'a teklif götürülmüş red cevabı alınmıştı. Başka hocalara da gidiliyor, cevap hep red oluyor ve en sonunda Kevin Keegan'ın istifasından tam 8 hafta sonra eski Luton Town teknik direktörü Joe Kinnear ile sene sonuna kadar anlaşma imzalanıyordu.

Bu sırada Mike Ashley, Newcastle için gelen tüm teklifleri reddediyor ve Aralık ayı sonuna dorğu Newcastle United'ı satılıktan çektiğini açıklıyordu.

Joe Kinnear'ın gelişiyle takım nispeten toparlanmış, puan almaya başlamış, en azından ligi 13.-14. bitirir diye düşündürüyorken, devre arası transfer döneminde Mike Ashley, gene uslu durmuyor, Charles N'zogbia ile Newcastle'ın o zamana kadar aldığı puanların yarısında başrol oynamış olan irlandalı kalecisi Shay Given'ı satıyordu. Yerlerine ise Newcastle'ın en güçlü bölgesi olan forvet bölgesine Kevin Nolan transfer ediliyordu.

Bu transfer politikası Joe Kinnear'ın kalbine indiriyor, ve Kinnear geçirdiği triple by-pass ameliyatı sonrasında görevi bırakıyordu. 2 ay boyunca takım gene başıboş kalıyor, bu sırada Newcastle üst üste malubiyetlerle düşme potasının içinde yerini sağlamlaştırıyordu. Mike Ashley gene Alan Shearer'a sarılıyor, "Big Al" bu sefer, çok sevdiği Newcastle'ı için görevi kabul ediyordu. Ancak o döneme kadar kazanması gereken çokça maçı kaybeden Newcastle, Alan Shearer'ın önüne bomba gibi bir fikstür bırakıyordu.

Milyon dolarlık yıldızları, sene boyunca sergilediği 3 kuruşluk anadolu topçusu futbolunu sürdürüyor, Alan Shearer sene başından beri allak bullak olmuş, özgüvenini yitirmiş takımı toparlayamıyor, zor olan fikstürün de etkisiyle, son haftada Aston Villa'ya 1-0 malup olarak (beraberlik yetiyordu), kümeye düşüyordu.


Maç sonunda Alan Shearer, kariyerinin en kötü günü olarak tasvir ediyor ve oyuncularının ligde kalmak için en ufak bir çaba göstermediğinden yakınıyor, düşmeyi hakettiklerini söylüyordu.

Bir efsane Premier Lig'e veda ederken, milyonlarca Newcastle taraftarı gözyaşlarıyla, takımının tekrar kendini bulup, Premier Lig'e geri döneceği günün hesaplarını yapıyor.

Güle Güle Newcastle, umarım bu ayrılık çok uzun sürmez..

22 Mayıs 2009 Cuma

Şampiyonluk Son Haftaya Kalır...

Bir sezonun daha sonuna geldik... Futbolseverlerin futbolsevmez hale dönüştüğü bu son yılların en kötü sezonunda şampiyonun belirlenmesine sadece 1-2 hafta kaldı. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın çok çok kötü olması, Trabzonspor'un yönetim, teknik kadro, oyuncu 3 lemesindeki istikrarsız davranışlar, Sivasspor'u ve Beşiktaş'ı öne çıkardı.

Sezona topallayarak başlayan Beşiktaş rakiplerinin küçük takımlara büyük puanlar kaybetmesiyle şampiyonluğun en büyük adaylarından. Kimi taraftarlar(!) şampiyonluklarını ilan dahi etmiş durumdalar... Beşiktaş bu hafta şampiyonluğunu ilan edebilir, umutlarını haftaya bırakabilir ya da 2003'ten beri yakalayamadığı bu mutluluğu önümüzdeki yıllara erteleyebilir. Şahsi fikrim, bu sene de şampiyon olamazsa, önümüzdeki yıllarda işinin çok zor olacağı. Bir daha hiçbir şekilde rakiplerini bu halde yakalayamazlar. Bu hafta o yüzden Beşiktaş için çok önemli. Bu haftaya kadar ligin üst sırasındaki hiçbir maçı kazanamamış olması Beşiktaş için bir handikap. Bu maçı alarak hem bu yükten kurtulabilirler, hem de doya doya şampiyonluk turuna çıkarlar. Yalnız bu kolay olmayacak. Galatasaray, şampiyonu belirleyecek olmanın verdiği havayla maça asılabilir. Önümüzdeki hafta da Sivasspor'la oynayacaklarından, bu sezon için övünecekleri tek şey olan "Şampiyonu biz belirleriz" fırsatını kaçırmak istemeyeceklerdir ( ya da 2 maçta da yenilerek, hiçbir şey söylemeden önümüzdeki yılı da bekleyebilirler). Bu sebeple Galatasaray, bu hafta Beşiktaş'ın önünü keser. Motive Beşiktaş, sezonu erken kapatan Galatasaray karşısında puan kaybetmez gibi dursa da, ben Galatasaray'ın puan ya da puanlar alacağını düşünüyorum.

Hepsinden önemlisi, en azından bu maç güzel olsun. Şampiyonu ayakta alkışlayalım ya da Galatasaray'ın şampiyona kök söktürmesini takdir edelim ( ki Fenerbahçe'li taraftarların her derbide yaşadığı " Bütün sezon nerdeydiniz?" isyanını Galatasaray'lılar da anlayabilsin).

Beşiktaş bütün sezon mümkün olduğunca çirkeflikten uzak kaldı, Galatasaray ise artık iddiasını kaybetti. Bu yüzden bu maçta da temiz futbol olmasını diliyorum.... JOGA BONITO!

Ertan

18 Mayıs 2009 Pazartesi

İş Hayatında Hayatta Kalma Rehberi

Bir çalışan için, iş hayatında en tehlikeli anlar, yapılacak hiçbir şey olmayan zamanlardır. Her yıl 3873 kişi iş yerinde sıkıntıya bağlı sebepler nedeniyle, intihar ediyor. Bu yazımda 9 aydır içinde bulunduğum iş dünyasında, boş bir günü nasıl atlatabileceğinizi anlatıcam.

Başlamadan önce, alınması gereken tedbirler şu şekilde sıralanıyor;

  • Eğer çok önemli bir mail beklemiyorsanız, evde maillerinizi kontrol etmeyin
  • King, okey, batak gibi oyunları bilin veya öğrenin,
  • Kitap okuyorsanız, eğer çok sarmadıysa evde okumayın,
  • Youtube gibi normalde giremeyeceğiniz sitelere, girmenin yolunu öğrenmiş olun,
  • Monitörünüz sadece sizin görebileceğiniz bir noktada olsun.

Bu tedbirleri hayata geçirdikten sonra. Yapıcak hiçbir şey olmayan bir günü şu şekilde atlatabilirsiniz.

Saat 9.00 civarı şirkette güzel bir kahvaltıyla güne başlayın, çayınızın her anından keyif alın, bir değil, iki poğaça tercih edin. Hem daha doyurucu hem de daha zaman öldürücü olacaktır. Bu sırada msn'inizi açın ve müdavimlerinize günaydın diyerek ilk kontağı kurun.

Kahvaltı tahminen 9.20 gibi son bulacaktır. Bu saatten sonra, evde bakmadığınız maillerinize, gereken ilgi ve alâkayı gösterebilirsiniz. Ortalama 25 dakika süren bu eylemin ardından 9.45 civarı, artık dünyada, Türkiye'de neler olup bitiyor takip etmeye başlayabiliriz. Bunun için önerilecek siteler, gazetevatan.com (favorim), haberturk.com (son zamanlarda iyice dandikleşti.), ntvmsnbc.com, maraton.com, tuttuğunuztakim.com, bu sitelerde gezinip, haberler ve köşe yazıları okunduktan sonra, her konuda bir fikriniz oluşur ve saatte 11'e gelmiş olur.

Saat 11'de ise, girilecek yer çalışanların dostu ekşi sözlüktür. Ekşiye girilir, ilk olarak yanda ilgi çeken konular tek tek yeni tab olarak açılır. Bu yeni tab'ler kenarda dururken, bir önceki adımda girdiğimiz sitelerde aldığımız ve yetersiz bulduğumuz bilgiler (bugün tamil gerillalarıydı) ekşide aranır. Aynı şekilde insanlar bu konuda ne düşünmüş şeklinde merak edilen konularda açılır. Hepsi irdelenmeye başlanır, bir yandanda sol taraftaki menüye yeni gelen güzel konular kaçmasın diye sık sık refresh yapılır.

Ekşi Sözlük'te artık bakacak bir şey kalmadığında saat tahminen 12.30'u bulacaktır, yemek yemek lazımdır. Yemeğinizi yiyip , bir yandan muhabbet ettikten, üzerinede bir bardak çayınızı içtikten sonra 1.30'ta işinizin başına dönebilirsiniz. Eğer halâ yapacak gerçek bir "iş"'iniz yoksa, bir oyun sitesine girilir, ( ben gamyun.net'i tercih ediyorum ama artık üye almıyorlar sanırım) okey, king, batak, 101 gibi birbirinden zaman öldürücü oyunlardan birine giriş yapılır. Ancak bu oyuna girmeden önce iş çıkmayacağından emin olunması lazımdır, oyun ortasında çıkan ekstra iş, yarım kalan oyun ve ceza puanı olarak hanenize işlenecektir.

Bir king elinin 35-40 dakika aldığını hesaplarsak 1.30 saati rahatlıkla alacaktır oyun oynamak. Saat 3.00'e gelmiş oluyor bu sayede ve paydosa sadece 3 saat kalıyor. Bu saatlerde Msn'den birisi kesin muhabbete düşecektir. 30 dakika - 3 saat arası gerçekleşecek bu sohbeti, biz 30 dakika sürecek gibi kabul ediyoruz ve 3.30'a getirmiş oluyoruz saati. Yapacakta çok fazla zaman öldürücü faaliyet kalmadı sanki.

İşte bu dakikada önceki zamanların tecrübelerini değerlendirmek çok önemli. Örnek olarak bulduğum quizfarm.com isimli site, hangi lost karakterisinizden, hangi okyanussunuza kadar alâkalı alâkasız bir sürü quiz arasından, ilgili olanları çözüp, sağa sola yollayarak oldukça eğlenebilirsiniz veya bir hobiniz varsa, bununla ilgili araştırmalar yapabilirsiniz. Bunları yaparken saati 5'e getirmiş ve çıkmanıza sadece 1 saat kalmış duruma gelmişsinizdir. Çıkmaya sadece bir saat var motivasyonuyla kağıt üzerindeki bir noktaya odaklanarak bile geçirebilirsiniz o saati.

Ancak bu saati daha çabuk geçirecek aktivetelerimizde var. İlk olarak Amerikan dizilerini günü gününe takip ediyorsanız ve iyi bir İngilizce'niz ve bir kulaklığınız varsa, google da iyi bir aramayla dün gece yayınlanan bölümü iş yerinizide izleyebilirsiniz. Böyle bir durum yoksa, Youtube'a girilir, gülünür eğlenilir, Facebook açılır yeni eklenen videolar izlenir, tag'lenen fotoğraflara bakılır veya okuduğunuz bir kitap varsa o okunur. Bu sırada saat rahat rahat 6.00 olur ve sıkıntıdan dolayı intiharı düşünmeden, hiçbir şey yapılmayan bir gün yüzlerde bıraktığı gülümsemeyle sona erer.

15 Mayıs 2009 Cuma

Yeni Kasa Honda Jazz

Sevgili TembelHayvann okurları,

Blogun her şeye bir yorumu olan adamı olarak çıktığım yolda, bugün farklı bir konuyla karşınızdayım.

Bir araba tanıtımı yapacağım bugün size. Öncelikle bana bu test imkanını sağlayan Erdoğan Onur Duygu’ya, bu arabayı üreten Honda’ya teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Bugünkü aracımız, 2009 model bir Honda Jazz +Joy I-Shift.


Honda’nın yakın zamanda ülkemize ithal etmeye başladığı yeni kasa Jazz, eski kasanın Türkiye’de ve dünyada elde ettiği başarıyı ileriye taşımakta kararlı. Sınıfının standartlarının ötesinde bir konfor ve donanımı, dünyaca ünlü Honda sağlamlığı ve estetik bir dizaynı bir araya getiren yeni Jazz gücünü 1.4 litre hacmine sahip son teknoloji i-Vtec motoru ile sağlıyor. Bu motor, 100 beygir gibi hacmine oranla yüksek bir beygir gücü elde etse de tüketimde cimriliğini sürdürüyor. Test koşulları altında, I-Shift şanzımanlı modele ait tüketim,
100 kilometrede 5.3 litre olarak elde edilmiş.




İç tasarımda ise eski Jazz’a oranla büyüme sağlanmış ve ferahlığıyla ünlü Jazz, biraz daha ferah hale gelmiş. Bir üst donanım paketinde satılan panoramik cam tavanla ise aracımız, iç mekan ferahlığı açısından eksiksiz hale gelmekte.

Gelelim yazımıza başlarken sınıfının standartlarının üzerinde sağladığı donanımlara.
Standart olarak gelen 8 Airbag, yokuşlarda kalkış desteği, virajlarda savrulmayı engelleyen ve yol tutuşunu hissedilir derecede arttıran VSA sistemi ve viraj denge çubuğuyla Jazz bu sınıfta standartları biraz daha yükseltti.
Eski Kasaya oranla 5 cm’lik uzama ve 2.5 cm’lik genişleme, zaten geniş olan bagaj hacmini daha da genişleterek 400 litre gibi neredeyse bir sedan araba bagaj kapasitesine ulaştırmış. Ayrıca Jazz’ın kolay katlanabilen koltukları (sihirli koltuklar olarak geçiyor) sayesinde kolaylıkla yükleme yapılabilmesi sağlanmış. Koltuklar tamamen katlandığında aracımız neredeyse bir mini van taşıma kapasitesine ulaşmakta.

Biraz da Honda’nın bu sınıfta ilk defa kullandığı ve çok güvendiği I-Shift sisteminden bahsedelim. I-Shift, aslında bir tür otomatikleştirilmiş manuel şanzıman. Yani sistem olarak normal bir şanzımanla benzer, ancak vites değişimlerini araç otomatik bir şekilde yapıyor. Ancak diğer tam otomatik şanzımanlardaki sarsıntısız vites değişimi bu şanzımanda yok. Konfor yönünden bir eksi olarak hissedilse de bu sarsıntı, en azından bana göre arabayı biraz akülü araba kavramından uzaklaştırıyor. Aynı zamanda, tam otomatik ve CVT (eski jazz’da ve city’de kullanılan şanzıman) şanzımanların sağlayamayacağı ekonomiyi sağlaması I-Shift’in en önemli artısı.



İlk testimizi burada kısa keserken, test için bize sağlanan araç rodajda olduğundan “ Aaabi 0-100 km kaç saniye? , kaç basıyo? “ gibi sorulara bu seferlik cevap veremiyorum.
Tabii fiyatı unutmayalım bu kadar anlattık aracımızı. Honda Jazz +Joy I-Shift, 30.500 TL’ lik fiyatıyla ilk başta ürkütse de veya o fiyata üst sınıf ama daha donanımsız model alma fikrini getirse de, gerek donanımları, gerek sorunsuzluğu gerekse de kalitesiyle bu fiyatı hak ettiğini kanıtlıyor. İsterseniz sizde, ÖTV indirimi halen mevcutken bir Honda Yetkili satıcısına uğrayın ve yeni Jazz’ ı test edin.

Saygılarımla,

Özgür Duygu

14 Mayıs 2009 Perşembe

Nokta Atışı

Bu yazı biraz Hıncal Uluç vari bir yazı olacak, ancak bundan Hıncal Uluç'un yazılarını veyafikirlerini benimsediğim ya da bana yakın geldiği anlamı çıkarılmasın lütfen =).

Dün akşam gerçekten müthiş bir kupa finali yaşandı. Bol gollü geçmesini açıkcası beklemediğim bir maçtı. Tarafların girdikleri pozisyon sayısıda azımsanacak gibi değildi. Bu sebepten ötürü iki takımada kendi adıma teşekkür ederim, kendi takımıma ise neden burada olmadığını sorgularım. Ertan'ın dediği gibi belki de bu kupayı Galatasaray'ın almaması daha hayırlı olmuştur.

Öncelikle genel olarak teknik direktörleri eleştirmek istediğim bir konuyla başlamak istiyorum. Kupa maçlarına neden yedek kaleci çıkar? Kupa maçları önemsiz maçlar mıdır? Kupa finaline nasıl bir beyin ikinci sınıf maç gözüyle bakar? Bu maçı kazanırsan eğer önümüzdeki sene Super Kupa finali oynayacaksın. Nasıl bir zihniyet bunu gözden kaçırabilir? Takımının tarihine kupa kazandıracaksın bundan büyük bir şeref olabilir mi? Bunu bugüne kadar hep savunduğum Hagi ve Kalli'de yaptı, İspanya'ya yıllar sonra Avrupa Şampiyonluğu kazandırmış Aragones'te yaptı. Herhalde bir bildikleri vardır benim yerime bu takımları çalıştırdıklarına göre.

Öncelikle diğer arkadaşlarıma katılmadığım nokta şu (Hıncal vari yazıyoruz dedik ya kimseye fikren katılma şansım kalmadı) bu maçta iyi oynayan bir takım var ise bu kesinlikle Fenerbahçe idi. Sahada pas yapan, oyun kuran, topları kenara taşıyıp orta yapan ve ne oynadığını bilerek oynayan takım mağlup ekipti. Beşiktaş ise kesinlikle derbilerde lazım olan şans faktörünü arkasına alarak oynadı geçen akşam. Özellikle kalede Volkan Bebecan'ın olması Beşiktaş'ın sanırım en büyük şansıydı. Aynı şekilde Delinho İbrahim'in hiçbir zaman girmeyeceği bir riske girip top kaptıran ve sanırım maçın kopmasını sağlayan golün hazırlayıcısı Gökhan Gönül'üde unutmamak lazım. Büyük ihtimalle futbol hayatının geri kalan döneminde Gökhan için bir tecrübe olacaktır bu maç, ancak Fenerbahçe'nin geride kalan 27. senesi için bir teselli olamaz.

Bunun yanı sıra maçın adamı seçilen Bobo ile Fener'in istenmeyen adamı Guiza'yı yer değiştirdiğimde maç herhalde Beşiktaş lehine çok daha farklı bitebilirdi diye düşünüyorum. Guiza'yla Deivid'in ortaklaşa hazırladıkları gol Türk futbol tarihinin en güzel gollerinden biri olsa gerek. Deivid'in muhteşem arapası ve Guiza'nın olağanüstü koşusu gerçekten ancak Barcelona'da görülebilecek bir futbol zekası ürünüydü. Bu koşuyu yapacak bir Guiza'da Beşiktaş'ta yok, O pası atacak bir Deivid'de Beşiktaş'ta malesef yok. Sanırım Fenerbahçe'de bu maçın ciddiyetini kavrayabilmiş bir teknik direktör olsaydı bugüne kadar bazı zayıf takımlar karşısında gol yemediği için (Sanırım Urfaspor'la oynasa Fener ve kalede ben olsam yine gol yemezdi Fenerbahçe) kaleye geçen, "her an hata yapabilirim" Volkan'ı koymazdı. Milli kalecimiz olan Demirel Volkan'ın dün akşam yenen gollerin herhangi birini yiyeceğini düşünmüyorum. Belki Holosko'nun golünü ayrı tutabiliriz ancak oda maçın rehaveti ve kopmuş olmasından ötürü hazırlanmış bir gol olduğunu düşndüğümden onuda sanırım Beşiktaş takımı atamazdı.

Dün akşam ki futbolu düşündüğümde açıkcası aklımda Beşiktaş'ta kalan en iyi futbolcu Yusuf'tu. Ancak malesef kamuoyunda gördüğüm kadarıyla Gökhan'dan o topu çalmamış olsa kimse esamesini okumayacaktı. Bir futbolcunun maçın yıldızı seçilmesi için sanırım illa gol ya da asist üretmiş olması gerekiyor bu ülkede. Aynı şekilde maç içinde hiçbir şey yapmayan ama zayıf bir kaleciye iki gol atan Bobo'nun maçın yıldızı seçilmiş olması durumu açıkça ortaya koyuyor.

Maçta Beşiktaş adına fark yaratan, top dağıtan ve oyunu sürklase eden iki isim kesinlikle Yusuf ve Tello iken bu isimlerin pek maçın yıldızı olarak geçmemesi ya da başka nedenlerden ötürü geçmesi beni açıkcası üzüyor. Fenerbahçe'de ise bir Galatasaray'lı olarak sevinmeme neden olan şey basında Aragones'in ipinin çekilmiş olmasıdır. Gerçekten çok zayıf bir kadrosu olan Fenerbahçe'yi bence süpriz bir şekilde finale taşımış, sezon içinde hiçbir derbiyi kaybetmemiş ve kupa finalinde de çok iyi bir takım oyunu ortaya koymuştur. Bu sezon Uefa yarı finalinde 90. dakikada Shaktar'a elenen Dinamo Kiev ile de şampiyonlar liginde eşleşmiş ve iki maçta 0-0 ve 1-0 lık skorlarla başabaş mücadele ettirebilmiştir. Bu hocayı başarısız saymak bence yanlış. Futbolumuzda yeterli sabır , ileriye yönelik yatırım veya zaman vermek gibi kavramlar pek önemli olmadığı için Aragones büyük ihtimalle önümüzdeki seneyi başka bir ülkede geçirecek, Fenerbahçe başka bir "yıldız" hocayla anlaşacak, kadrosunu sil baştan yapacak ve yeni sezonu taraftarları için "umut dolu" bir yıl kavramına tekrar ve tekrar sokacak.

Beşiktaş'a ve Mustafa Hoca'ya tebrikler, Fenerlilere sabırlar dilerim.


Uğur

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Kupa Beyi Kartal


Saat 8'i gösterirken, önümüzde 2 opsiyon bulunmaktaydı. Ya Fatih Terim'in yorumlarıyla Ligtv'de, ya da Feyyaz Uçar-Altan Tanrıkulu yorumlarıyla Show'da maçı izleyecektik. Türk yayın sistemine söylenerek, Show'da karar kıldık.

Maç sakin başladı. 2 takımda birbirini tartarken, gelişen bir beşiktaş kornerinde, henüz 6. dakikada Yusuf Şimşek ceza sahasına orta şut karışımı bir top gönderiyor, Volkan Babacan beklemediği bu topla birlikte panikliyor, dengesini kaybediyor ve topu ağlarında görüyordu. Bu sırada Altan Tanrıkulu, golün erken geldiğinden dolayı Beşiktaş'ın avantajına olmadığını beyan ediyordu.

Dakika 10'u gösterdiğinde 5 maçlık cezasını yeni doldurmuş olan Diego Lugano ben geldim diyor, sarı kartını görüp hakeme itirazda bulunuyordu. İlerleyen dakikalarda Fenerbahçe, Beşiktaş kalesinde baskı kurmaya başlarken, Beşiktaş kontra ataklarda rakip kalede pozisyon arıyordu. Bu kontralardan birinde soldan Ekrem Dağ ile Beşiktaş tehlikeli geliyor, ancak malesef top Ekrem'in sol ayağına geldiğinden istenilen orta gelmiyordu. Bu sırada maç yorumcularından Feyyaz Uçar'a Bobo bir gol atarsa, kendisine ait olan rekoru egale edeceği söyleniyor, Feyyaz Uçar ise buna cevap olarak çektiği "İnşallah" ile, gülümsetiyordu. Dakikalar 29'u gösterdiğinde Fenerbahçe bir uzun topta Gökhan Zan'ın ofsayt kuralının nasıl işlediğini düşünmesinden fırsat bulup, savunma arkasına sarkıyor, Beşiktaş maçlarının kahramanı Guiza yine sahneye çıkıp, mükemmel bir koşu ile savunmayı oyundan düşürüp dokunuyor ve Rüştü'nün ısınırken sakatlanmasından dolayı forma giyen Hakan Arıkan'ın yanından topu ağlara gönderiyordu. İlk yarı bu skorla tamamlanırken Beşiktaş yine bir derbide beklenilen futbolu sergileyemiyerek, Fenerbahçe ise bu sene oynadığı klasik futboldan çok farklı birşey oynamayarak soyunma odalarının yolunu tutuyordu.

2. yarı başlarken Mustafa Denizli, sakatlanan İbrahim Toroman'ın yerine Delinho'yu oyuna alıyor, bir süre sonra da Luis Aragones, o dakikaya kadar ne oynadığı belli olmayan Uğur Boral yerine Semih Şentürk'ü oyuna alıp, sol kanada koyuyordu. Bu dakikalarda maça ağırlığını koymaya başlayan Beşiktaş Bobo ile bir pozisyondan yararlanamıyor, daha sonrasında 57. dakikada Fabian Ernst'in 3-4 Fenerbahçeli oyuncuya çarpa çarpa, kavga dövüş getirdiği topa Bobo çok sert vuruyor ve Beşiktaş'ı tekrar öne geçiriyordu.

3. golden sonra Fenerbahçe risk almaya başlıyor ve Semih'le inanılmaz bir gol kaçırıyordu. 63. dakikada Fenerbahçe atağında kafalardan seken topta Hakan Arıkan mezelerde tedirgin bir sazanım diyor ve ceza sahasındaki karambolde izleyenlere keyifli anlar yaşatıyordu. Dakikalar 76'yı gösterdiğinde, yıllanmış şarap tendansındaki Yusuf Şimşek, Gökhan Gönül'ün ayağındaki topu temiz bir şekilde alıyor, içeriye çevirdiği top savunmadan sekiyor ve Bobo bu fırsatı affetmeyerek kafayla ağlara gönderiyordu.

Skor 3-1 olduktan sonra iyice saldıran Fenerbahçe savunma güvenliğini iyice boş veriyor, Ekrem Dağ ile Beşiktaş tehlikeli geliyor, ancak malesef top bu sefer Ekrem'in sağ ayağına geldiğinden istenilen pozisyon yaratılamıyordu. Sonrasında hızlı çıkan Beşiktaş'ta, Bobo'nun enfes topuk pasıyla topla buluşan Holosko, köşeye golünü bırakıyordu. Bu golün ardından 2 takımda büyük ölçüde maçı bırakıyor, 90 dakika oldukça iyi maç yöneten Bünyamin Gezer 91. dakikada kendi ayağına kurşun sıkıyor, alâkasız bir penaltıyı sırf maç 4-1 olduğundan dolayı veriyor ve madalya merasiminde yuhalanmasının yolunu açıyordu. Verilen penaltıyı ise kullanan Alex De Souza, Hakan Arıkan'ı malup ediyordu.

Maç bitiminde Beşiktaş'lı oyuncular çocuklar gibi sevinirken, Fenerbahçe oyuncularına ölüm sessizliği çöküyordu. Bobo hakettiği bir maçın adamı ödülünü alırken, tribünlerden Yusuf Şimşek'te haketti ama ona nerde ödül diye mırıltılar duyuluyordu. Beşiktaş'ta Bobo, Holosko, Tello, Yusuf ve Ernst ön plana çıkarken, Fenerbahçe'de Guiza ve Emre arkadaşlarının önüne geçiyorlardı.

Fenerbahçe'nin hasretini dindirmesi bir başka bahara kalırken, Beşiktaş son 4 yılda 3. defa kupayı müzesine götürüyor, Fenerbahçe'yi kupayı alamadığı 27 senede, üst üste 9. kez kupa dışına itiyordu. Fenerbahçe taraftarı artık seneye bazı şeylerin düzelmesini umarak evlerinin yolunu tutarken, Beşiktaş taraftarı sevinçle şarkılar söyleyerek, 3 hafta sonrasının hayalleri içerisinde kupa sevincini yaşıyorlardı.

Amansız Olan Kazandı!...


Öncelikle Beşiktaş'ı tebrik ediyorum ( fazla amigo bulduğum, aklı evvel birinin "biz başka şey kastediyoruz, alınmayın" şeklinde hazırlamış olduğu t-shirte rağmen). Aslında yazılması gereken, anlatılması ve hatta ağlanması gereken çok şey vardı bugün sahada. 2008-2009 Fenerbahçe'sinin net bir görüntüsüydu bu... Şuan buraya da birçok şey yazılabilir fakat blogumuzun sezon sonu takım değerlendirmesinde bunlara yer vermeyi planlıyorum.

Günün tam anlamıyla tek bir cümleyle açıklaması vardı reklamda olduğu gibi : Amansız Ol! Beşiktaş kanının son damlasına kadar savaştı... Fenerbahçe savunmasında önceleri zorunluluktan sonraları keyfi oynatılan Gökhan Gönül ve Lugano'nun iletişim problemleri, Fenerbahçe'nin hatta sahanın en iyisi olabilecek kadar iyi oynayan Emre'nin (şampiyonlar ligi kadrosuna dahi dahil edilmemiş, antrenmanlarda Aragones tarafından hakaretler yediği iddia edilen) Deniz'le değişikliği, haftalardır sakat olan ve maç kondisyonu olmayan Alex 90 dk sahada kalması, Semih'in eski sempatik, 3 büyük takım kaptanlığına yakışan hareketlerinden formsuzluğu nedeniyle artık uzak kalması (ki tam bir Sabri olma yolunda gidiyor), geçen sene fazlasıyla yorulduğunu düşünerek bu sezon yatmayı tercih eden Deivid'in ve ciddi anlamda futbolunu sorguladığım Uğur Boral'ın formsuzluğu, Fenerbahçe gibi Türkiye'nin en önemli klüplerinden birinin hocasının "Beşiktaş'ı 3 kere yenmek zor olacak" gibi anlamsız, saçma, güvenden yoksun (ki sen kendine güvenmiyorsan takım nasıl güvensin?) açıklaması veya 26 yılın baskısını üzerimizde hissediyoruz gibi, önceden mağlubiyete hazırlanılmış bir açıklama vs vs Fenerbahçe'yi 1 yıl daha kupaya hasret bıraktı.

Kim ne derse desin, kulübüne maddi desteği en büyük olan taraftar Fenerbahçe taraftarıdır. Gelin görün ki, bu paranın akışına güvenip sokağa savuran tek yönetim de Fenerbahçe yönetimidir. Belki de hayatımda ilk kez Fenerbahçe'nin kazanmamasını istedim bugün. Önceki yazımda da yazdığım gibi, kara tablo pembeye dönebilirdi...

Fenerbahçe bu sene hiçbir kupayı, hiçbir başarıyı, hiçbir övgüyü haketmemiştir. Aziz Yıldırım sahilde kumdan kale yapan bir çocuk gibi davranmaktadır. Yıllarca uğraşıp kaleyi yapmış ve giderken de arkamdan kimse bunu oynayamasın diye ayağıyla ezmektedir. Bugün İzmir'de olan ve İstanbul'da bırakılan, Fenerbahçe kulübü tarafından, benim ve diğer taraftarların parasıyla maaşı ödenen herkese ( ne acıdır ki eski bir GS'lıyı bunun dışında bırakmak durumundayım, Emre Belözoğlu) payıma düşen miktarı haram ediyorum... 27. senede mumları üflemek üzere...

Not: Bugün birçok kişi Volkan Babacan'a kızabilir ama ben kızmadım. Eğer kupada bu kaleci oynuyosa finaline de bu kaleci çıkmalıdır. Hatasıyla, günahıyla, sevabıyla kalecimizdir. Bu maça kadar 2 gol yemiş bir kaleciyi oynatmamak zaten yanlıştır. Kalecilerin şanssız günleri olabilir, bugün onun için öyle bir gündü.


Ertan

12 Mayıs 2009 Salı

Kupayı Kim Kazanır?


Yarın 2 ezeli rakip kupada bir kez daha karşı karşıya gelicekler. Bu sezon hiç büyük maç kazanamamış Beşiktaş mı, yoksa 26 yıldır kupaya hasret kalan Fe
nerbahçe mi kazanacak? Yazarlarımız maça 36 saat kala yorumladı.



KARTAL KUPAYA YAKIN


Kupaya hasret kanarya ile ligin intikamını almak isteyen Karakartal arasındaki maç, bence 3-1 Beşiktaş lehine sonuçlanır. Aragones'li Fenerbahçe her ne kadar büyük maçları iyi oynasa da, rakibini iyi kitlese de, Beşiktaş ligde ve kupada duble yapmaya bu kadar yakınken maçı bırakmaz.


Rahat bir oyunla 3-1 alır. Maçın adamı bana göre, Yusuf Şimşek olur.


Özgür Duygu


AVANTAJ KUPA MACI OLMASINDA


Son yıllarda oynanan derbilerde açık bir şekilde görüldü ki Fenerbahçe artık derbi maçlarda Beşiktaş'a da sorun çıkartıyor. İnönü stadında oynanan son 10 lig maçının 7sini fenerbahçenin kazanması bunun en açık örneği. Ancak yarın akşam oynanacak olan kupa finali bir lig maçı değil. Geçen hafta oynanan lig maçında herkesin favori göstermesine rağmen ben maçın Fener’in istediği bir sonuçla biteceğinden emindim. Bunun nedeni stres altında oynayan Beşiktaş’ın iyi top yapamayacağını düşünmemdi. Yarın akşam ise işler biraz daha farklı, baskı altında olması muhtemel takım Fenerbahçe olacak. 20 küsur senedir kupaya uzanamamanın verdiği baskı ve bu sezonun yarattığı hayâl kırıklığını biraz olsun azaltmasını bekledikleri kupanın tek maçı. Bu veriler doğrultusunda en kötü ihtimalle Beşiktaş’ın maçı uzatmada kazanacağını düşünüyorum.


Uğur Arpalı


İSTATİSTİKLER KARTAL DİYOR


Beşiktaş, Fenerbahçe'nin kupaya uzanamadığı 26 yılda Fenerbahçe ile 8 kere eşleşip her defasında turu geçen taraf olmuş.Gerek kadro yapısı, gerekte teknik direktörü bakımından Fenerbahçe’den daha iyi olan Beşiktaş, üzerindeki baskı bakımından da maça fenerden daha rahat çıkıyor. Diğer tarafta ise, bu sene Beşiktaş'ın stresi yüksek maçlarda tel tel dökülüyor olması da bir başka faktör. Benim düşüncemse Beşiktaş'ın nihayet bu stresi kırıp, istatistikleri yanıltmayıp kupaya uzanacağı yönünde.Ayrıca 2 hafta önce alınan Fenerbahçe malubiyeti de ateşleyici olacaktır. Yükselen formu ve geniş alanlardaki etkisi ile Holosko'nun bu maçın yıldızı olacağını düşünüyorum.


Gürhan Çetinkaya


BU KUPA ARAGONES'E NASİPMİŞ...

Yıllarca çok başarılı kurulmuş kadrolarla mücadele edildi bu kupada. Haklı ya da haksız yere birçok kez kupadan uzaklaşıldı. Bir hayal olarak kaldı... Türkiye Kupası'nın bu kadar konuşulmasında çok da emeği var aslında Fenerbahçe'nin. Bu sene alındığı takdirde önümüzdeki yıl bu kadar dikkat edilen bir kupa olur mu bu tartışılır. Beşiktaş şuan hem şampiyonluk hem Türkiye Kupası yolunda son adımlarına geldi. Kadrosu bu yükü kaldırmaya elverişli değil. Futbolcular yıllardır başarıya hasret, bu yüzden baskı altındaki takım çok büyük sorunlar yaşayacaktır. Fenerbahçe ise hiç olmadığı kadar rahat. 26 senedir alınmayan bir kupa, 1 yıl daha alınmasa kimse söz söylemez; hele ki bu kadar kötü bir kadro, yönetim ve hoca triosuyla. Yalnız Fenerbahçe bu sene hiç derbi kaybetmedi. Derbilere özellikle asılan bir kadro var. Bu yüzden bence yarın akşam sevinen taraf Fenerbahçe olacaktır. Umarım bu kara tablo, kupa sonrası pembelere bürünmez...

Ertan Güneş